ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 58 (1)
Volume: 58  Issue: 1 - 2024
EDITORIAL
1.Front Matter

Pages I - IX

REVIEW ARTICLE
2.Impact of Living Donor Liver Transplantation on the Improvement of Hepatocellular Carcinoma Treatment
Yucel Yankol, Oswaldo Aguirre, Luis A. Fernandez
doi: 10.14744/SEMB.2024.87864  Pages 1 - 9
Hepatosellüler Karsinom (HSK), artan insidansı ile kanser ilişkili ölümlerde önde gelen nedenlerden biridir. Birçok tedavi seçeneği olmakla birlikte ancak olguların sadece %30-40'ına küratif tedavi şansı olabilen erken evrede tanı konulabilmektedir. Başarılı sonuçlarile HSK'lu hastalarda karaciğer naklinde ve organ dağıtımında milan kriterlerinin (MK) uygulanması ile karaciğer nakli en uygun tedavi konumuna gelmiştir. HKS tedavisinde yeni kriter arayışları ve tedavi algoritmalarındaki güncellemeler sıcak konulardır. Asya ülkelerinde artan canlı vericiden karaciğer nakli (CVKN) deneyimi ile özellikle tümör sayısı ve boyutundan bağımsız olarak MK dışındaki HSK'da CVKN uygulanmış ve benimsenmiştir. CVKN greftleri özellikleri ile kadavra donörlerden toplumsal kaynak olmaması ile farklıdır. Canlı donor karaciğer grefti bir kişiye bağışlanmış özel bir hediyedir. Canlı donör karaciğer nakli organ dağıtımından bağımsız olması sayesinde HSK tedavisinde yeni ufuklar açmıştır. Son dekatlarda,CVKNde olan ilerleme ile paralel olarak HSK tedavisinde çok başarılı ilerlemelere artan oranda literatürde rastlanmaktadır. (SETB-2023-03-044)
Hepatocellular carcinoma (HCC) is one of the leading causes of cancer-related deaths, with increasing incidence. There are different treatment options, but only 30%-40% of HCC cases are diagnosed at an early stage for curative treatment. With the implementation of Milan Criteria for liver transplantation (LT) in HCC cases and its use for organ allocation with successful outcomes, LT has become an optimal treatment. Seeking new criteria for LT and developing updated algorithms for HCC treatment has become a hot topic nowadays. With the experience in living donor liver transplantation (LDLT), especially in Asian countries, LDLT was established and adopted with different criteria for HCC treatment, especially including criteria beyond Milan's size and number of tumors. Living donor grafts are uniquely different than deceased donor grafts as they are not considered a public resource. A living donor graft is rather a private gift intended for a specific recipient. Living donor livers are not limited by organ allocation systems, and this significant advantage of LDLT has opened new frontiers in the treatment of HCC. Improvements in LDLT have had remark-able parallel effects in the successful treatment of HCC as supported by a growing body of literature in the past decade.

ORIGINAL RESEARCH
3.Comparison of Surgical Results of Modified Stoppa and Ilioinguinal Approach in Patients with Acetabular Fractures Involving Quadrilateral Surface Fractures
Sezgin Bahadir Tekin, Burcin Karsli, Erman Ogumsogutlu, Bahri Bozgeyik, Cagri Karabulut
doi: 10.14744/SEMB.2023.64280  Pages 10 - 16
Giriş: Bu çalışmanın amacı, iki farklı yaklaşım kullanılarak tedavi edilen kuadrilateral yüzey kırığı olan asetabular kırıklı hastalarda cerrahi tedavi sonuçlarını değerlendirmektir.
Materyal-Metod: Çalışmaya 2011-2020 yılları arasında kliniğimizde kuadrilateral yüzey kırıklı asetabulum kırığı nedeniyle ilioinguinal (grup A) veya modifiye Stoppa (grup B) tekniği ile ameliyat edilen 106 hasta dahil edildi. Redüksiyon kalitesi Matta kriterlerine ve ameliyat sonrası pelvik (anteroposterior, eksternal oblik, iliak oblik) radyografilere göre değerlendirildi. Kalça fonksiyonunun değerlendirilmesi Merle d'aubigne ve Postel Skoru ve Harris Kalça Skoru kullanılarak kaydedildi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen hastalar arasında grup A'da 45, grup B'de 61 hasta vardı ve grup verileri karşılaştırıldığında modifiye stoppa yaklaşımının intraoperatif redüksiyon kalitesi, radyolojik veriler, Harris kalça skoru, Merle d'aubigne ve PostelScore açısından daha üstün olduğu görüldü. (Sırasıyla p=0.40, p=0.49, p=0.040, p=0.028)
Sonuç: Modifiye stoppa yaklaşımı, kuadrilateral yüzeyide içeren asetabulum kırıklarında ilioinguinal yaklaşıma göre daha iyi redüksiyon kalitesi ve kalça skorları ile başarılı klinik ve radyolojik sonuçlara sahiptir. (SETB-2023-08-137)
Objectives: The aim of this study was to evaluate the results of surgical treatment in patients with acetabular fractures with a fractured quadrilateral surface treated using two different approaches.
Methods: The study included 106 patients who were operated on with ilioinguinal (group A) or modified Stoppa (group B) technique for acetabular fracture with a fractured quadrilateral surface between 2011 and 2020 in our clinic. The quality of reduction was evaluated according to Matta criteria and postoperative pelvic (anteroposterior, external oblique, iliac oblique) radiographs. Evaluation of hip function was recorded using the Merle d'aubigne and Postel Score and Harris Hip Score.
Results: Among the patients included in the study, there were 45 patients in group A and 61 patients in group B. When the group data were compared, it was seen that the modified Stoppa approach was superior in terms of intraoperative reduction quality, radiological data, Harris hip score, Merle d'aubigne and PostelScore. (Respectively p=0.40, p=0.49, p=0.040, p=0.028). Conclusion: Modified Stoppa approach has successful clinical and radiological outcomes and better reduction quality and hip scores than ilioinguinal approaches in acetabular fractures involving quadrilateral plates.

4.Factors Affecting Success Rates in Endoscopic Repair of CSF Rhinorrhea
Senem Kurt Dizdar, Egehan Salepci, Alican Coktur, Nurullah Seyhun, Bilge Turk, Suat Turgut
doi: 10.14744/SEMB.2023.35589  Pages 17 - 22
Amaç: Bu çalışmadaki amacımız yaş, etiyoloji, defekt boyutu, lomber drenaj uygulanması ve cerrahi teknik gibi faktörlerin Beyin Omurilik Sıvısı (BOS) fistül onarımı başarı oranlarına etkisini değerlendirmektir.
Yöntemler: Kliniğimizin Elektronik Tıbbi Kayıt (EMR) sistemi ile 2006-2020 yılları arasında ön kafa tabanı kaynaklı BOS fistülü nedeniyle endoskopik transnazal teknikle opere edilen olgular retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya toplam 35 hasta dahil edildi. Hastalar onarımda kullanılan katman sayısına (iki, üç veya dört katmanlı rekonstrüksiyon) ve defekt boyutuna (5 mm'den küçük, 5 ila 10 mm ve 10 mm'den büyük), etiyolojiye, defektin lokasyonuna ve lomber drenajın uygulanmasına göre (LD(+) ve LD(-) ) gruplandırıldı. Komplikasyonlar ve ameliyat sonrası, bos kaçağının tekrarlaması gruplar arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: 2 katmanlı rekonstrüksiyon yapılan hastalarda nüks oranları, 3 veya 4 katmanlı rekonstrüksiyon yapılan hastalara göre anlamlı olarak daha yüksekti (p=0,049). LD (+) grupta nüks oranı (%41,7), LD (-) gruba (%4,3) göre anlamlı olarak daha düşüktü (p=0,012). Gruplar arasında yaş, defekt boyutu, defekt yeri ve etiyoloji açısından nüks oranları açısından anlamlı fark yoktu.
Sonuç: Anterior kafa tabanı kaynaklı bos fistülülerinin endoskopik transnazal onarımında rekonstrüksiyonun en az 3 kat planlanması ve lomber BOS drenajının uygulanması başarı oranlarını arttırmaktadır. (SETB-2023-08-151)
Objectives: Our aim in this study is to assess the effect of factors such as age, etiology, defect size, application of lumbar drainage and surgical technique on Cerebrospinal Fluid (CSF) fistula repair success rates.
Methods: The Electronic Medical Records (EMR) system of our clinic was retrospectively reviewed for cases that were operated between 2006 and 2020 for CSF fistula originating from anterior skull base with endoscopic transnasal technique. A total of 35 patients were included in the study. Patients were grouped according to the number of layers used in repair (two, three or four-layered reconstruction) and defect size (smaller than 5 mm, 5 to 10 mm and larger than 10mm), etiology, location of the defect and application of lumbar drainage as LD (+) and LD (-). Complications and CSF leak recurrence were compared between groups. Results: Recurrence rates in patients who had 2 layered reconstructions were significantly higher compared to patients who had 3 or 4 layered reconstructions (p=0.049). The recurrence rate in LD (+) group (41.7%) was significantly lower compared to LD (-) group (4.3%) (p=0.012). There were no significant difference in recurrence rates between groups in terms of age, defect size, defect location and etiology.
Conclusion: In endoscopic transnasal repair of anterior skull base-derived bos fistulas, planning the reconstruction at least 3 times and applying lumbar CSF drainage increases the success rates.

5.Comparison of the Early Results of Supra-Annular and Intra-Annular Aortic Valve Replacement in Isolated Aortic Valve Replacement
Osman Fehmi Beyazal, Tanzer Tokatlioglu, Veysel Basar, Ahmet Zengin, Mehmed Yanartas
doi: 10.14744/SEMB.2024.39112  Pages 23 - 29
Amaç: Bu çalışmanın amacı izole aort kapak replasmanı (AVR) yapılan hastaların erken dönem sonuçlarını supraanüler ve intraanüler AVR ile karşılaştırmaktır.
Metot: 2013-2019 yılları arasında izole AVR uygulanan 113 hasta (77 erkek; ortalama yaş 57,8±16,36 yıl) değerlendirildi. Hastalar supraanüler (n=59) ve intraanüler (n=54) AVR uygulananlar olmak üzere iki gruba ayrıldı. Ameliyatlarda en sık kullanılan kapaklar St Jude Medical Masters (St. Jude Medical, Minneapolis, MN, ABD), (n=35, %30,9), Sorin Mitroflow (Sorin Group Inc., Mitroflow Division, Kanada), (n=32, %28,3 ve Carbomedics Top Hat (Sulzer, Carbomedics, Austin, TX), (n=31, %27,4).
Bulgular: Supraanüler AVR uygulanan hastaların kros klemp (XCL) ve kardiyopulmoner bypass (KPB) süreleri intraanüler AVR uygulanan hastalara göre anlamlı olarak yüksek bulundu. Ancak ameliyat sonrası advers etkiler açısından iki grup arasında anlamlı fark yoktu. Ameliyat sonrası birinci hafta transtorasik ekokardiyografi (TTE) bulgularında iki grup arasında anlamlı fark yoktu.
Sonuç: İzole AVR uygulanan hastalarda supraanüler ve intraanüler kapak konumlandırma sonuçları karşılaştırıldığında, postoperatif komplikasyonlar, postoperatif TTE'deki gradyan farklılıkları ve ejeksiyon fraksiyonları açısından gruplar arasında anlamlı fark bulunamadı. Özellikle küçük anulusa sahip hastalarda uygun anatomik özellikler varlığında supraanüler kapak pozisyonlandırılması düşünülmelidir. Ancak ileride daha fazla hastayla yapılacak prospektif çalışmalarda bu konunun araştırılması gerekmektedir. (SETB-2023-11-215)
Objectives: This study aims to compare the early results of patients who underwent isolated aortic valve replacement (AVR) with supra-annular and intra-annular AVR.
Methods: Between 2013 and 2019, 113 patients (77 males; mean age 57.8±16.36 years) who underwent isolated AVR were evaluated. The patients were divided into two groups those who underwent supra-annular (n=59) and intra-annular (n=54) AVR. The most commonly used valves in surgeries St Jude Medical Masters (St. Jude Medical, Minneapolis, MN, USA), (n=35, 30.9%), Sorin Mitroflow (Sorin Group Inc., Mitroflow Division, Canada), (n=32, 28.3%, and Carbomedics Top Hat (Sulzer, Carbomedics, Austin, TX), (n=31, 27.4%).
Results: The cross-clamp (XCL) and cardiopulmonary bypass (CPB) times of the patients who underwent supra-annular AVR were found to be significantly higher than the patients who underwent intra-annular AVR. However, there was no significant difference between the two groups in terms of postoperative adverse events. There was no significant difference between the two groups in the postoperative first-week transthoracic echocardiographic (TTE) findings.
Conclusion: When comparing supra-annular and intra-annular valve positioning results in patients undergoing isolated AVR, no significant difference was found between the groups in terms of postoperative complications, gradient differences in postoperative TTE, and ejection fractions. Supra-annular valve positioning should be considered, especially in patients with small annulus, in the presence of suitable anatomical features. However, this issue needs to be investigated in future prospective studies with more patients.

6.Comparative Analysis of FSE T2 Weighted, Chemical Shift and Dynamic Contrast-Enhanced MR Imaging in the Characterization of Adrenal Masses Based on Qualitative and Quantitative Parameters
Ahmet Mesrur Halefoglu, Bade Von Bodelschwingh, Yuksel Altuntas, Bahar Memis
doi: 10.14744/SEMB.2023.02328  Pages 30 - 44
Amaç: Çalışmamızın amacı, adrenal kitlelerin karakterizasyonunda farklı manyetik rezonans görüntüleme (MRG) parametrelerinin rolünü araştırmaktı.
Yöntem: Bu çalışmada 150 hastada toplam 186 adrenal tümör retrospektif olarak değerlendirildi. Sonuç hasta popülasyonu 17 feokromositoma, 3 adrenokortikal karsinoma, 24 metastaz, 31 lipid fakir adenoma ve 111 lipid zengin adenomadan oluşmaktaydı. Çalışmamızda FSE (Hızlı spin eko)T2 ağırlıklı görüntülerde görsel değerlendirme gerçekleştirdik ve ayrıca T2 sinyal intensite oranını hesapladık ve kimyasal faz görüntüleme ile, kalitatif değerlendirme ve Adrenal- dalak sinyal intensite oranı and Adrenal sinyal intensite indeks formüllerini kullanarak kantitatif hesaplamalar yaptık. Dinamik kontrastlı sekanslarda, geç arteriyal faz görüntülerde, kontrastlanma paternini görsel olarak değerlendirdik ve ayrıca ortalama sinyal intensite ölçümlerini yaptık. Tüm değerlendirmeler klinik ve patoloji sonuçlarını bilmeyen iki abdomen radyoloğu tarafından konsensüsa varılarak yorumlandı. İstatistiksel analiz gerçekleştirildi.
Bulgular: FSE T2 ağırlıklı görüntülerde, karaciğer ile izointens ve karaciğere göre hafif derecede hiperintens olma durumu benign olgularda daha sık görülürken, malign olgularda karaciğerden orta derecede veya belirgin derecede hiperintens olma durumu daha sık görüldü (p = 0.001, p< 0.01). Adrenal tümör grupları arasında T2 sinyal intensite oranı değerleri bakımından istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p = 0.001, p< 0.01). Lipid zengin ve lipid fakir adenoma gruplarında, T2 sinyal intensite oranı değerleri feokromositoma ve metastaz olgularından anlamlı derecede düşüktü. T2 sinyal intensite oranı değerleri, malign olgularda benign olgulara göre istatistiksel olarak önemli derecede yüksek bulundu (p = 0.001, p< 0.01). Kimyasal faz görüntüleme ile görsel değerlendirmede, adrenal tümör grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p = 0.001, p< 0.01). Lipid zengin adenoma grubundaki hastalarda genellikle orta derecede ve belirgin sinyal intensite kaybı saptanmasına karşın, diğer tümör gruplarında bu bulguya rastlanmadı. Benign ve malign adrenal tümör grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p = 0.001, p< 0.01). Malign gruptaki tümörlerde, Adrenal-dalak sinyal intensite oranı değerleri benign gruptaki tümörlere göre belirgin derecede yüksek olmasına karşın, Adrenal sinyal intensite indeks değerleri benign gruba göre belirgin derecede düşük bulundu. Maliginite açısından adrenal tümör grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p = 0.001, p< 0.01). Benign olgularda, kapiller blush ve homojen tip kontrast tutulumu daha sık görülmesine karşın, periferal-yamalı ve belirgin kapiller blush kontrast tutulumu malign olgularda daha sık görüldü. Malign tümörlerin arteriyal sinyal intensite değerleri benign tümörlere göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulundu (p=0,001; p<0,01).
Sonuç: Kantitatif parametrelerin kombine olarak kullanılması, aksi takdirde kararsız kalınacak olan daha fazla adrenal tümörün tanı almasını mümkün kılar. (SETB-2023-08-152)
Objectives: The purpose of our study was to investigate the role of different magnetic resonance imaging (MRI) parameters in the characterization of adrenal masses.
Methods: A total of 150 patients who presented with 186 adrenal tumors were retrospectively evaluated in this study. Final patient cohort consisted of 17 pheochromocytomas, 3 adrenocortical carcinomas, 24 metastases, 31 lipid-poor adenomas and 111 lipid-rich adenomas. We carried out a visual assessment on FSE (Fast spin echo)T2 weighted images and also calculated T2 signal intensity ratio of all adrenal masses and also performed a qualitative assessment on chemical shift imaging (CSI) together with quantitative calculation using Adrenal to spleen signal intensity (si) ratio and Adrenal si index formulas. On dynamic contrast-enhanced sequences, visual assessment based on enhancement patterns on late-arterial phase images was performed and also mean signal intensity measurements were carried out. All examinations were interpreted by two abdominal radiologists in consensus who were blinded to the clinical and pathological findings. Statistical analysis was performed.
Results: On FSE T2 weighted imaging, isointense to liver and slightly hyperintense than liver was found higher in benign cases, however, in malignant cases moderately and strikingly hyperintense than liver was higher than in benign cases (p=0.001, p<0.01). There was a statistically significant difference between the T2 signal intensity ratio values of adrenal tumor groups (p=0.001, p<0.01). In lipid-rich and lipid-poor adenoma groups, T2 signal intensity ratio values was significantly lower than in pheochromo-cytoma and metastasis cases. In malignant group, T2 signal intensity ratio values were found statistically significantly higher than in the benign group (p=0.001, p<0.01). There was a statistically significant difference between CSI visual assessment of adrenal tumor groups (p=0.001, p<0.01). Although moderate and significant signal intensity loss was usually detected in lipid-rich adenoma group, never detected in other tumor groups. There was also a statistically significant difference between benign and malignant adrenal tumor groups (p=0.001, p<0.01). In the malignant group, Adrenal to spleen si ratio values were found significantly higher whereas, Adrenal si index values were significantly lower compared to benign tumors (p=0.001, p<0.01). Based on malignancy, there was a statistically significant difference between adrenal tumor groups (p=0.001, p<0.01). Although capillary blush and homogenous type enhancement were more common in benign cases than in malignant ones, peripheral-patchy and strikingly capillary blush type enhancement was more frequent in malignant tumors. Based on malignancy, mean arterial signal intensity values of malignant tumors were statistically higher than benign tumors (p=0.001; p<0.01).
Conclusion: Dynamic contrast-enhanced MRI protocol including CSI aids in the characterization of indeterminate adrenal masses. Herein, the combined use of qualitative and quantitative parameters enables more tumors to be recognized that otherwise would be indeterminate.

7.Vestibulo-Ocular Reflex in the Aging Population
Basak Mutlu, Sidika Cesur, Ahmet Mutlu, Mahmut Tayyar Kalcioglu
doi: 10.14744/SEMB.2023.31967  Pages 45 - 54
Amaç: Bu çalışmanın amacı, 60 yaş üstü, spesifik bir vestibüler patoloji tanısı konmamış bireylerin vestibülo-oküler refleksini (VOR) değerlendirmektir.
Yöntemler: Katılımcılara iki taraflı altı kanallı video head impulse testi, Baş Dönmesi Engellilik Envanteri ve Avrupa Vertigo Değerlendirmesi ölçekleri uygulandı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 103 katılımcı (75 erkek, 28 kadın) dahil edildi ve yaş ortalaması 69,35 ± 7,41 yıl. 7. dekat grubunun yaş ortalaması 64,32±3,12 (59 katılımcı; 38 erkek, 21 kadın), 8. dekat ve üzeri grubun yaş ortalaması 76,11±5,93 (44 katılımcı; 37 erkek, 7 kadın) idi. Lateral ve vertikal semisirküler kanalların VOR kazançları arasında 7. dekat ile 8. dekat ve daha yaşlı gruplar arasında anlamlı farklılık bulunmadı (p>0.05). 8. dekat ve üzeri grupta, sağ lateral kanal düzeltici sakkat ve sol arka kanal düzeltici sakkat varlığı, aynı kanalların VOR kazanımları ile pozitif orta düzeyde korelasyon gösterdi (r=0.455, p=0.002 ve r=0.518, p= 0,001, sırasıyla). 7. dekat grubunda yaş ile VOR kazancı arasında anlamlı bir korelasyon bulunmazken, 8. dekat ve üzeri grupta yaş ile sol lateral kanal VOR kazancı arasında negatif yönde zayıf bir korelasyon vardı (r=-0.366, p=0.017).
Sonuç: VHIT kullanılarak VOR'daki yaşa bağlı değişiklikler değerlendirilirken, 70 yaş üstü popülasyonda vestibüler sistemin yaşlanmasına ilişkin bulgular ortaya çıkmaya başlamaktadır ve düzeltici sakkat bulguları, bu değişiklikleri ortaya çıkarmada VOR kazanımlarından daha bilgilendirici olabilir. (SETB-2023-07-127)
Objectives: The aim of this study was to evaluate vestibulo-ocular reflex (VOR) of individuals over 60 years of age who have not been diagnosed with a specific vestibular pathology.
Methods: Bilateral six-semicircular canal video head impulse test (vHIT), Dizziness Handicap Inventory and European Evaluation of Vertigo scales were applied to participants.
Results: In total, 103 participants were included in the study (75 male, 28 female), and the mean age was 69.35 ± 7.41 years. The mean age of 7th decade group was 64.32±3.12 (59 participants; 38 male, 21 female), and the mean age of 8th decade and older group was 76.11±5.93 (44 participants; 37 male, 7 female). No significant differences were found between the VOR gains of the lateral or vertical semicircular canals between the 7th decade and 8th decade and older groups (p>0.05). In the 8th decade and older group, the presence of right lateral semicircular canal corrective saccade and left posterior semicircular canal corrective saccade showed a positively moderate correlation with VOR gains of the same semicircular canals (r=0.455, p=0.002, and r=0.518, p=0.001, respectively). No significant correlation was found between age and VOR gain in the 7th decade group, however, there was a negatively weak correlation between age and left lateral semicircular canal VOR gain (r=-0.366, p=0.017) in the 8th decade and older group.
Conclusion: While assessing the age-related changes in VOR using vHIT, it must be considered that the changes related to aging of the vestibular system begin to emerge in the population over 70 years of age, and corrective saccade findings may be more informative than VOR gains in revealing these changes.

8.Predictive Value of Nutrition and Inflammation-Related Indices on Prognosis in Type 2 Diabetes Mellitus Patients with Coronavirus Disease-2019
Adnan Batman, Mustafa Ekici, Tugba Sanalp Menekse, Rafiye Ciftciler, Dilek Yazici
doi: 10.14744/SEMB.2023.36699  Pages 55 - 61
Amaç: Bu çalışma, prognostik beslenme indeksinin (PNI) ve sistemik immün inflamatuar indeksin (SII), tip 2 diyabet (T2DM) ve koronavirüs hastalığı (COVID-19) olan hastaların ciddiyetini ve prognozunu tahmin etmeye yardımını ortaya koymayı amaçladı.
Yöntemler: Bu retrospektif kohort çalışmasına Nisan 2020 ile Aralık 2020 tarihleri arasında COVID-19 nedeniyle hastaneye yatırılan 501 T2DM hastası (erkek, %42.1; kadın, %57.9) dahil edildi. Hastalar hayatta kalanlar ve hayatta kalmayanlar olarak ikiye ayrıldı. Gruplar arasında demografik ve laboratuvar verileri karşılaştırıldıktan sonra PBİ ve Sİİ'nin klinik ve laboratuvar verileriyle korelasyonu değerlendirildi.
Bulgular: Hayatta kalmayan ve hayatta kalan grupların ortanca (çeyrekler arası) yaşları sırasıyla 74 (15) ve 69 (14) yıldı ve fark anlamlıydı (p<0.001). PBİ hayatta kalmayan grupta hayatta kalan gruba göre anlamlı derecede düşüktü (p<0.001). Sİİ hayatta kalmayan grupta hayatta kalan gruba göre anlamlı derecede yüksekti (p<0.001). PBİ, glukoz düzeyleriyle negatif korelasyon gösterdi (r=-0.115, p=0.011). Kesme PNI değeri olan 29,1 kullanıldığında, T2DM hastalarında hastalığın ciddiyetini ve ölüm riskini tahmin etmede duyarlılığı ve özgüllüğü sırasıyla %76.2 ve %76.3 idi.
Sonuç: Sonuç olarak, PBİ ve Sİİ düzeyleri, COVID-19 ve T2DM hastalarında sağkalımı ve hastalık şiddetini tahmin etmede etkilidir. (SETB-2023-09-171)
Objectives: This study aimed to demonstrate how the prognostic nutritional index (PNI) and systemic immune-inflammatory index (SII) help predict the severity and prognosis of patients with type 2 diabetes (T2DM) and coronavirus disease (COVID-19). Methods: This retrospective cohort study included 501 T2DM patients (male, 42.1%; female, 57.9%) who were hospitalized due to COVID-19 between April 2020 and December 2020. The patients were divided into survivors and non-survivors. After comparing demographic and laboratory data between the groups, the correlation of PNI and SII with clinical and laboratory data was evaluated. Results: The median (interquartile) ages of the non-survivor and survivor groups were 74 (15) and 69 (14) years, respectively, and the difference was significant (p<0.001). The PNI was significantly lower in the non-survivor group than in the survivor group (p<0.001). The SII was significantly higher in the non-survivor group than in the survivor group (p<0.001). PNI was negatively correlated with glucose levels (r=-0.115, p=0.011). If the cut-off PNI value of 29.1 was used, it had a sensitivity and specificity of 76.2% and 76.3%, respectively, in predicting the severity of the illness and the risk of death in T2DM patients.
Conclusion: Consequently, the PNI and SII levels are effective in predicting survival and disease severity in patients with COVID-19 and T2DM.

9.Turkish Validity and Reliability of Comprehensive Diabetes Self-Management Scale
Cigdem Cindoglu, Burcu Beyazgul, Merve Tatligun
doi: 10.14744/SEMB.2023.70033  Pages 62 - 67
Amaç: Diyabet yönetiminde özbakım yaklaşımı çok önemlidir. Bu çalışmada, diyabet hastalarının davranışlarını inceleyen Kapsamlı Diyabet Kendi Kendini Yönetme Ölçeği'nin (Comprehensive Diabetes Self-Management Scale; CDSMS) Türkçe geçerlilik ve güvenilirliğinin yapılması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Çalışma metodolojik tiptedir. Özgün halinden Türkçeye çevrilen ve dil geçerliliği test edilen CDSMS, önce pilot uygulamaya, ardından ana çalışmaya dahil edilmiştir. Ölçeğin geçerliliği Cronbach alfa katsayısı ile değerlendirildi. Ardından, kesme puanını belirlemek için ROC analizi yapıldı.
Bulgular: Çalışmaya katılanların ortalama yaşı 57,10 ± 11,20 yıl ve ortalama hastalık süresi 9.96 ± 7,79 yıldı. CDSMS'nin iç tutarlılığı, Cronbach alfa kullanılarak ölçülen 0,73 idi. ROC analizi sonucunda CDSMS'nin iyi glisemik kontrolü öngörmede optimal kesme noktası 21,17 puan olarak belirlendi.
Sonuç: Bu çalışmada, CDSMS'nin Türkçe versiyonunun Türk popülasyonunda geçerli ve güvenilir olduğu görülmüştür. CDSMS'nin diyabetik hastaların hastalık yönetim becerilerini göstermeleri açısından klinikte çalışan hekimlere faydalı olacağı düşünülmektedir. (SETB-2023-08-139)
Objectives: A self-care approach is very important in diabetes management. In this study, it was aimed to make the Turkish validity and reliability of the Comprehensive Diabetes Self-Management Scale (CDSMS), which examines the behaviors of diabetes patients. Methods: The study is of methodological type. CDSMS, which was translated into Turkish from its original version and tested for language validity, was first included in the pilot application and then in the main study. The validity of the scale was evaluated by the Cronbach's alpha coefficient. Then, a Receiver Operating Characteristic (ROC) analysis was performed to determine the cut off score. Results: The mean age of the study participants was 57.10 ± 11.20 years and the mean disease duration was 9.96 ± 7.79 years. The internal consistency of CDSMS was 0.73, which was measured using Cronbach's alpha. After the ROC analysis, the optimal cut-point score of CDSMS to predict good glycemic control was determined as 21.17 points.
Conclusion: With this study, it was found that the Turkish version of CDSMS is valid and reliable for use in the Turkish population. It is thought that CDSMS will be beneficial to physicians working in the clinic in terms of showing the disease management skills of diabetic patients.

10.The Impact of Combination of Aerobic and Resistive Exercise on Activities of Daily Living and Risk of Fall in Osteosarcopenic Patients
Selda Ciftci Inceoglu, Aylin Ayyildiz, Tulay Sahin, Figen Yilmaz, Kudret Keskin, Banu Dede, Fatma Cici, Banu Kuran
doi: 10.14744/SEMB.2024.56898  Pages 68 - 74
Giriş: Osteosarkopenik hastalarda aerobik ve dirençli egzersiz kombinasyonunun günlük yaşam aktivitelerive düşme riski üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.
Yöntemler: Osteoporoz polikliniğinden takip edilen 70 yaş üstü kadın ve erkek hastalarda sarkopeni tarandı. Uygun hastalarda sarkopeni; yürüme hızı, kavrama kuvveti ve iskelet kas kütlesi ile değerlendirildi. Dışlama kriterlerini karşılamayan sarkopeni hastaları 3 aylık aerobik ve dirençli egzersiz programına dahil edildi. 1. ve 3. aylarda iskelet kas kitlesi ölçümleri, fiziksel performans ve denge testlerindeki değişiklikler değerlendirildi.
Bulgular: Osteoporoz ve osteopenisi olan 91 hastada sarkopeni tarandı. 27 hastada sarkopeni tespit edildi ve 23 hasta 3 aylık çalışmayı tamamladı. Hastaların ortalama yaşı 78,4± 5,7 yıl olup, kadın hasta sayısı 16 (%69,6) idi. İskelet kas kütlesi ölçümlerinde ve 1. ve 3. ayda yapılan Katz Günlük Yaşam Aktiviteleri (GYA) Skalası'nda anlamlı değişiklik saptanmadı (p>0.05). Kısa Fiziksel Performans Bataryası, Zamanlı Kalk ve Yürü Testi ve Berg Balans Testi’nin ilk ayda anlamlı düzeyde düzeldiği, üçüncü ayda da gelişiminin devam ettiği görüldü (p<0,05).
Sonuç: Osteosarkopenik hastalarda aerobik ve dirençli egzersiz kombinasyonu, iskelet kas kütlesinde anlamlı bir artışa yol açmasa da, fiziksel performans ve denge üzerinde anlamlı bir etkiye sahiptir. Bunun kişinin bağımsızlığını arttırırken düşme riskini de azaltacağı öngörülebilir. (SETB-2023-09-175)
Objectives: It is aimed to explain the impact of the combination of aerobic and resistive exercise on activities of daily living and the risk of falls in osteosarcopenic patients.
Methods: Female and male patients over 70 years of age followed up from the osteoporosis outpatient clinic were screened. Appropriate patients were evaluated for sarcopenia gait speed, grip strength and skeletal muscle mass. Patients with sarcopenia who did not have the exclusion criteria were included in the 3-month aerobic and resistive exercise program. Changes in skeletal muscle mass measurements, physical performance and balance tests were evaluated at 1 month and 3 months.
Results: Sarcopenia was screened in 91 patients with osteoporosis and osteopenia. Sarcopenia was detected in 27 patients and 23 completed the 3-month study. The mean age of the patients was 78.4±5.7 years and the number of female patients was 16 (69.6%). There was no significant change in skeletal muscle mass measurements and Katz Activities of Daily Living Scale performed at 1 and 3 months (p>0.05). Short Physical Performance Battery (SPPB), Timed Up and Go Test (TUGT) and Berg Balance Test (BBT) were found to improve significantly in the first month, and it continued to develop in the third month (p<0.05).
Conclusion: Although the combination of aerobic and resistive exercise in osteosarcopenic patients did not lead to a significant increase in skeletal muscle mass, It has a significant effect on physical performance and balance. It can be foreseen that this will increase the independence of the person while reducing the risk of falling.

11.A Novel Score for an Old Enemy: Atherogenic Plasma Index Predicts In-Stent Restenosis among Stable Angina Pectoris Patients
Ozgur Selim Ser, Serhat Sigirci, Kudret Keskin, Gokhan Cetinkal, Betul Balaban Kocas, Hakan Kilci, Yalcin Dalgic, Erol Kalender, Kadriye Kilickesmez
doi: 10.14744/SEMB.2024.40336  Pages 75 - 81
Amaç: Aterojenik plazma indeksinin (AIP) koroner arter hastalığı (KAH) ve ateroskleroz ile ilişkisi bilinmesine rağmen, AIP ile stent içi restenoz (ISR) arasındaki ilişki belirsizliğini koruyor. İlaç salınımlı stent (DES) ile tedavi edilen stabil anjina pektorisli (SAP) hastalarda AIP ile ISR arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
Yöntem: Bu gözlemsel ve retrospektif çalışmada, Ocak 2015 ile Kasım 2019 arasında stabil angina sonrası DES implantasyonu öyküsü olan hastalar değerlendirildi. Çalışmaya dahil etme kriterlerine uygun 608 hasta ISR+ (n=241) ve ISR- (n=367) olarak ikiye ayrıldı. ISR, %50 veya daha fazla darlığın varlığı olarak tanımlandı. AIP, log [TG/HDL-C] olarak tanımlandı.
Bulgular: ISR gelişen hastalarda, gelişmeyenlere kıyasla AIP seviyeleri anlamlı derecede yüksekti (sırasıyla 0,33 [0,15-0,52] vs 0,06 [-0,08-0,21], p < 0,001). ISR'yi ön gördürücü AIP seviyelerinin AUC değeri 0,746 olarak bulundu (p < 0,001). Multivaryant lojistik regresyon analizinde; AIP, diyabet, yüksek LDL-K düzeyleri ve düşük LVEF değerlerinin bağımsız olarak ISR ile ilişkili olduğunu ortaya konuldu.
Sonuç: Multivaryant lojistik regresyon analizinde, AIP'nin ISR ile güçlü bir şekilde bağımsız olarak ilişkili olduğunu ortaya koydu. Bu yeni, ucuz ve kolay hesaplanabilen endeksin kullanılması, DES ile tedavi edilen SAP hastalarında ISR'nin erken tanınmasını sağlayabilir. (SETB-2023-11-216)
Objectives: Although the association of Atherogenic index of plasma (AIP) with coronary artery disease (CAD) and atherosclerosis is known, the relationship between AIP and in-stent restenosis (ISR) remains unclear. We aimed to investigate the relationship between AIP and ISR in patients with stable angina pectoris (SAP) treated with drug-eluting stent (DES).
Methods: Patients with a history of DES implantation following stable angina were evaluated between January 2015 and November 2019 in this observational and retrospective study. 608 eligible patients were dichotomized into ISR+ (n=241) and ISR- (n=367). ISR was defined as the presence of 50% or greater stenosis. AIP was defined as log [TG/HDL-C].
Results: AIP levels were significantly higher in patients who developed ISR compared with those who did not (0.33 [0.15-0.52] vs 0.06 [-0.08-0.21] respectively, p<0.001). The AUC value of AIP levels for predicting ISR was 0.746 (p<0.001). Multivariate logistic regression analysis revealed that AIP, diabetes mellitus, higher LDL-C levels and lower LVEF values were independently associated with ISR. Conclusion: Multivariate analysis revealed that AIP was strongly independently associated with ISR. Using this novel inexpensive and easily calculable index may provide early recognition of ISR in patients with SAP who were treated with DES.

12.One Virus, Two Diseases: Evaluation of Clinical and Immunological Differences in Covid-19 and Multisystem Inflammatory Syndrome Cases
Sefika Ilknur Kokcu Karadag, Emine Hafize Erdeniz, Esra Ozkan, Alisan Yildiran
doi: 10.14744/SEMB.2023.23316  Pages 82 - 90
Giriş: COVID-19, dünya genelinde ciddi bir sağlık tehdidi olarak kabul edilen bir viral hastalıktır. Bununla birlikte, bazı çocuklarda COVID-19 sonrası MIS-C olarak bilinen multisistemik enflamatuar bir sendrom gelişebilir. Bu çalışma, bu iki hastalık arasındaki klinik ve immunolojik farklılıkları belirlemeyi hedeflemektedir.
Materyal ve metod: Kasım 2020 ve Şubat 2021 tarihleri arasında Ondokuz Mayıs Üniversitesi Hastanesi'nde yatan 18 yaşın altındaki 33 MIS-C hastası ve eşit sayıda pozitif polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) testi sonucu olan COVID-19 hastası geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Immunolojik veriler de incelenmiştir. Çalışmaya toplamda 66 hasta ve 10 sağlıklı birey dahil edilmiştir.
Bulgular: COVID-19 hastalarında ve MIS-C hastalarında farklı klinik özellikler saptanmıştır. MIS-C hastalarında lenfopeni, trombositopeni, anemi, nötrofilia gibi belirtiler COVID-19 hastalarına göre daha belirgin olarak görülmüştür (p<0.001). Serum Ig G, A, M ve E düzeyleri arasında önemli bir farklılık saptanmamıştır. Ancak, MIS-C hastalarında B hücrelerinde anlamlı bir artış (p<0.001), T hücrelerinde CD4/CD8 oranının tersine dönmesi ve CD3+CD38+HLA-DR+ aktif T hücrelerinde artış (p=0.009) gözlemlenmiştir.
Sonuç: Bu çalışma, COVID-19 ve MIS-C arasındaki klinik ve immunolojik farklılıkların varlığını ortaya koymuştur. Lenfopeni, B hücrelerinde artış, CD4/CD8 oranının tersine dönmesi ve CD3+CD38+HLA-DR+ aktif T hücrelerinin gösterilmesi, MIS-C'nin erken teşhisinde yardımcı olabilecek potansiyel belirteçler olarak değerlendirilebilir. (SETB-2023-07-116)
Objectives: This study aims to uncover early detection markers through the immunological analysis of children diagnosed with multisystem inflammatory syndrome (MIS-C) and coronavirus disease-2019 (COVID-19).
Methods: We retrospectively analyzed immunological data from thirty-three MIS-C patients and an equivalent number of patients under the age of 18 with a positive polymerase chain reaction (PCR) test for COVID-19. These individuals were admitted to Ondokuz Mayis University between November 2020 and February 2021. In total, the study group consisted of 66 patients and an additional 10 healthy controls.
Results: Lymphopenia, thrombocytopenia, anemia, and neutrophilia, along with elevated levels of ferritin, D-dimer, and C-reactive protein, were more pronounced in MIS-C patients (p<0.001). No significant disparities were found in serum IgG, A, M, and E concen-trations. Notably, there was an increased proportion of B cells (p<0.001), an inversion of the CD4/CD8 ratio, and a marked presence of CD3+CD38+HLA-DR+active T cells (p=0.009) in the MIS-C cohort.
Conclusion: In the early diagnosis of MIS-C, lymphopenia, increase in B cells, reversal of CD4/CD8 ratio, and demonstration of CD3+CD38+HLA-DR+active T cells may be helpful.

13.The Effect of Frequency of Sexual Intercourse on Symptoms in Women with Fibromyalgia
Savas Karpuz, Ramazan Yilmaz, Emine Akdere, Behiye Aksanyar, Ismail Hakki Tuncez, Halim Yilmaz
doi: 10.14744/SEMB.2023.97254  Pages 91 - 96
Amaç: Fibromiyaljinin cinsel işlevi etkilediği bilinmektedir ancak cinsel ilişki sıklığının fibromiyalji semptom şiddeti üzerindeki etkisi net değildir. Bu çalışmanın amacı, fibromiyaljili kadınların cinsel aktivitede bulunma sıklığının hastalık şiddeti üzerine etkilerini araştırmaktır.
Yöntem: Katılımcıların depresyon durumları Beck Depresyon Envanteri (BDÖ) ile değerlendirildi ve son 3 aydaki aylık ortalama cinsel ilişki sıklığı kaydedildi. Fibromiyalji hastalarının ağrı düzeyleri Görsel Analog Skala (VAS), ağrı prevalansı Yaygın Ağrı İndeksi (WPI), semptom düzeyi Semptom Şiddet Ölçeği (SSS), fibromiyaljiye maruz kalma durumu Fibromiyalji Etki Anketi (FIQ) ile değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya yaş ortalaması 37,11±6,2 olan 100 fibromiyaljili kadın ve yaş ortalaması 36,53±5,85 olan 100 sağlıklı kontrol kadın katıldı. Fibromiyaljili kadın hastalarda BDI ve VAS skorları daha yüksek ve cinsel ilişki sıklığı daha düşüktü (p<0,001). Cinsel ilişki sıklığı ile VAS, FIQ, SSS ve WPI puanları arasında anlamlı bir ilişki görülmezken, ayda ortalama 8 ve üzeri cinsel ilişki yaşayanlarda BDI'nin daha düşük olduğu saptandı (p=0,02).
Sonuç: Bu çalışma, FM'li kadın hastalarda cinsel ilişki sıklığının düşük olduğunu ve cinsel ilişki sıklığı yüksek olan FM'li kadınlarda depresyonun daha az görüldüğünü ortaya koydu. (SETB-2023-07-129)
Objectives: Fibromyalgia is known to affect sexual function, but the effect of frequency of sexual intercourse on fibromyalgia symptom severity is unclear. This study investigated how frequently women with fibromyalgia engaged in sexual activity affected how severe the disease was.
Methods: The depression status of the participants was evaluated with the Beck Depression Inventory (BDI) and the mean monthly frequency of sexual intercourse in the last 3 months was noted. Pain levels of fibromyalgia patients were evaluated with Visual Analog Scale (VAS), pain prevalence Widespread Pain Index (WPI), symptom level Symptom Severity Scale (SSS), and fibromyalgia exposure status with Fibromyalgia Impact Questionnaire (FIQ).
Results: A hundred women with fibromyalgia with a mean age of 37.11±6.2 years and 100 healthy female controls with a mean age of 36.53 ± 5.85 years participated in the study. Female patients with fibromyalgia had higher BDI and VAS scores and lower frequency of sexual intercourse (p<0.001). While no significant relationship was observed between the frequency of sexual intercourse and VAS, FIQ, SSS and WPI scores, it was found that BDI was lower in those with an average monthly frequency of 8 or more sexual intercourses (p=0.02).
Conclusion: This study revealed that the frequency of sexual intercourse is low in female patients with FM and that depression is less common in women with FM who have a higher frequency of sexual intercourse.

14.Evaluation of Etiological Causes and Factors Affect Length of Hospitalization in Neonates Hospitalized with Lower Respiratory Tract Infection
Duygu Besnili Acar, Hasan Avsar, Ali Bulbul
doi: 10.14744/SEMB.2023.77674  Pages 97 - 101
Amaç: Çalışmamızın amacı; yenidoğan yoğun bakım ünitesine alt solunum yolu enfeksiyonu tanısıyla yatırılan bebeklerin demografik özelliklerinin değerlendirilmesi, mikrobiyal etyolojinin, risk faktörlerinin ve yatış süresine etki eden nedenlerin belirlenmesidir.
Yöntem: Bu çalışmada; hastanemiz yenidoğan yoğun bakım ünitesinde 01 Ekim 2022- 31 Mart 2023 tarihleri arasında alt solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle yatırılan bebeklerin dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri, saptanan viral etkenler, yatış süresi ve risk faktörü oluşturabilecek durumlar çalışma formuna kaydedildi. Viral etken tespit edilen ve edilemeyen bebekler iki gruba ayrılarak klinik özellikleri karşılaştırıldı. Ayrıca yatış süresine etki eden sebeplerin tanımlanabilmesi için bebekler yatış sürelerine göre iki gruba ayrılarak özellikleri incelendi.
Bulgular: Çalışmaya 57 bebek dahil edildi. Bebeklerin %50,9’unda viral etken tespit edildi, en sık saptanan viral etken %48,2 ile respiratuvar sinsityal virüs idi. Diğer saptanabilen viral etkenler; sıklık sırasına göre Adenovirüs, SARS-CoV-2, İnfluenza A ve B idi. Viral etken pozitif ve negatif grup arasında demografik açıdan belirgin bir fark saptanmadı. Hastalar yatış sürelerine göre değerlendirildiğinde viral etken pozitif saptanan, oksijen tedavi ihtiyacı olan bebeklerde yatış sürelerinin uzun olduğu görüldü (sırasıyla p=0.02, p=0.03). Yatış süresi uzun olan grupta erkek cinsiyet oranı fazla ancak, bu fark istatistiksel anlamlı değildi. Yatış süresi kısa olan grupta sadece anne sütü ile beslenme oranı daha yüksek olmakla beraber bu fark istatistiksel anlamlı değildi (p>0.05).
Sonuç: Alt solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle hastaneye yatırılan yenidoğanlarda en sık viral etken RSV idi. Etyolojide RSV saptanan bebeklerin hastaneye yatış süresinin daha uzun olduğu görüldü. Bu nedenle yenidoğanlarda alt solunum yolu enfeksiyonlarının önlenmesinde RSV ile mücadele önem arz etmektedir. Sadece erken doğmuş bebekler için değil, tüm yeni doğan bebekler için RSV enfeksiyonuna karşı bir aşı veya immünoglobulin uygulamasının geliştirilmesi gerekmektedir. (SETB-2023-09-172)
Objectives: This study aims to determine the risk factors by examining the sociodemographic characteristics of infants hospitalized in the neonatal intensive care unit (NICU) due to lower respiratory tract infection (LRTI), to determine the factors that affect the duration of hospitalization, and to determine the underlying microbial factors and evaluate them in the light of the literature. Methods: This study evaluated the data of newborns hospitalized with LTRI between 01 October 2022 and 31 March 2023. Demographic characteristics of the patients detected viral agents, duration of hospitalization and risk factors were recorded in the study form. Babies divided viral LRTI and non-viral LRTI, and then compared with each other. Additionally, the facts that might affect the duration of hospitalization were investigated.
Results: The study included 57 babies. Viral agent was detected in 50.9% of the babies, the most frequently viral agent was respiratory syncytial virus (RSV) (48.2%). Other viral factors, in order of frequency; Adenovirus, SARS-CoV-2, Influenza A and B. There is no demographic difference between the viral agent positive and negative groups. The patients were evaluated according to length of hospitalization, it was seen that the hospital stay was longer in babies who were found to be viral positive and needed oxygen therapy (p=0.02, p=0.03, respectively). The male gender ratio was higher in the group with longer hospital stays, but this difference was not statistically significant. Although the rate of exclusive breastfeeding was higher in the group with a short hospitalization period, this difference was not statistically significant (p>0.05).
Conclusion: RSV is currently the most frequently detected viral agent in lower respiratory tract infections in newborns. The hospital stay of babies diagnosed with RSV is longer than those with non-RSV viral agents. So struggling with RSV is important in preventing lower respiratory tract infections in newborns. It is necessary to develop a vaccine or immunoglobulin application against RSV infection not only for preterm babies but also for all newborn babies.

15.Evaluation of the Clinical, Laboratory and Radiology Findings and Treatment Methods of Children with Acute Bronchiolitis: Experience of a Tertiary Center
Cuneyt Ugur, Elif Somuncu, Taha Demirci
doi: 10.14744/SEMB.2023.95605  Pages 102 - 108
Amaç: Bu çalışmanın amacı akut bronşiolitli çocuklarda hastanede yatış süresini etkileyen ve antibiyotik başlanmasına neden olan faktörleri belirlemektir.
Yöntemler: Bu çalışma Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde retrospektif olarak yapılmıştır. Eylül 2017-Nisan 2019 tarihleri arasında (sonbahar, kış ve ilkbahar mevsimlerinde) çocuk servisinde izlenen 102 hastanın demografik verileri, klinik özellikleri, laboratuvar ve radyolojik bulguları, tedavi yöntemleri ve hastanede yatış süreleri hasta dosyalarından kaydedildi.
Bulgular: Toplam 102 hastanın 67'si (%65.7) erkek, 35'i (%34.3) kadındı. Ortanca yaş 6.5 (11.0) aydı. Wang bronşiyolit klinik skorlamasına göre hastaların 36'sı (%35.3) hafif, 51'i (%50.0) orta, 15'i (%14.7) şiddetli bronşiolit olarak saptandı. Polimeraz zincir reaksiyonunda (PCR) en sık etken respiratuvar sinsityal virüs 60 ( %58.8), influenza virüs 20 (%19.6), rinovirüs 15 (%14.7), bocavirüs 15 (%14.7) ve parainfluenza virüs 12 (%11.7). Ortanca hastanede kalış süresi 7.0 (4.0) gündü. Hastaların 42'si (%41,2) ≤ 5 gün, 60'ı (%58,8) 5 günden fazla hastanede yattı. Hastanede kalış süresi, krepitan ral, lökositoz, nötrofili ve influenza virüsle koenfeksiyon ile anlamlı ve pozitif korelasyon gösterdi (sırasıyla p=0,036, p=0,034, p=0,028, p=0,036). Hastanede kalış süresi, pH ve artmış havalanma ile anlamlı ve negatif korelasyon gösterdi (sırasıyla p=0,002, p=0,003). Antibiyotik başlanması, hışıltılı solunum, krepitan ral, lökositoz ve nötrofili ile anlamlı ve pozitif korelasyon gösterdi (sırasıyla p=0,033, p=0,013, p=0,028, p=0,002)
Sonuç: Fizik muayenede krepitan ral, laboratuvarda respiratuar asidoz, PCR ile saptanan influenza virüsle koenfeksiyon ile 5 günden fazla hastanede yatış süresi arasında anlamlı ilişki bulundu. Fizik muayenede wheezing veya krepitan ral, laboratuvarda lökositoz veya nötrofili ile antibiyotik başlanması arasında anlamlı ilişki saptandı. (SETB-2023-08-144)
Objectives: The aim of this study is to determine the factors affecting the duration of hospitalization and causing the initiation of antibiotics in children with acute bronchiolitis.
Methods: This study was conducted retrospectively in Konya Training and Research Hospital. Demographic data, clinical features, laboratory and radiological findings, treatment methods and duration of hospitalization of 102 patients followed up in the pediatric service between September 2017 and April 2019 (in autumn, winter and spring seasons) were recorded from patient files. Results: 67 (65.7%) of 102 patients were male, and 35 (34.3%) were female. Median age was 6.5 (11.0) months. According to Wang bronchiolitis clinical scoring, 36 (35.3%) of the patients were mild, 51 (50.0%) were moderate, 15 (14.7%) were severe bronchiolitis The most common agents in polymerase chain reaction (PCR) were respiratory syncytial virus 60 (58.8%), influenza virus 20 (19.6%), rhinovirus 15 (14.7%), bocavirus 15 (14.7%) and parainfluenza virus 12 (11.7%). The median duration of hospitalization was 7.0 (4.0) days. Forty-two (41.2%) of the patients were hospitalized for ≤5 days, and 60 (58.8%) were hospitalized for >5 days. Duration of hospitalization was significantly and positively correlated with crepitant crackles, leukocytosis, neutrophilia, and coinfection with influenza virus (p=0.036, p=0.034, p=0.028, p=0.036, respectively). Duration of hospitalization was significantly and negatively correlated with pH and increased aeration (p=0.002, p=0.003, respectively) Antibiotic initiation was significantly and positively correlated with wheezing, crepitant crackles, leukocytosis, and neutrophilia (p=0.033, p=0.013, p=0.028, p=0.002, respectively). Conclusion: A significant relationship was found between crepitant crackles in physical examination, respiratory acidosis in laboratory, co-infection with influenza virus detected by PCR and hospitalization for more than 5 days. A significant relationship was determined between wheezing or crepitant crackles in physical examination, leukocytosis or neutrophilia in laboratory and the initiation of antibiotic.

16.Retrospective Evaluation of Patients Admitted to the Pediatric Neurology Outpatient Clinic with Headache: Experience of a Tertiary Hospital
İlhan Abidin, Cuneyt Ugur, Mirac Yildirim
doi: 10.14744/SEMB.2023.86244  Pages 109 - 115
Amaç: Baş ağrısı yakınması olan çocuk hastaların etyolojik ve klinik özelliklerini belirlemek amaçlandı.
Yöntem: Çocuk nöroloji polikliniğine baş ağrısı şikayeti ile başvuran hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, baş ağrısının özellikleri, baş ağrısına eşlik eden semptomlar, mevcut kan tetkikleri, beyin manyetik rezonans (MR) ve elektroensefalografi (EEG) sonuçları kaydedildi.
Bulgular: Yaşları 3-17 yıl arasında değişen toplam 470 hastanın 291'i (%61,9) kadın, 179'u (%39,1) erkekti. Hastaların yaş ortalaması 12,38 ± 3,45 yıl idi. Yaş gruplarına göre 5 yaş altı 16 (%3,4), 6-11 yaş arası 159 (%33,8), 12-17 yaş arası 295 (%62,8) hasta vardı. 289 (%61,5) hastaya primer baş ağrısı tanısı konulurken, 122 (%26,0) hastaya sekonder baş ağrısı tanısı kondu ve 59 (%12,5) hastanın baş ağrısı sınıflandırılamadı. En sık görülen primer baş ağrıları gerilim tipi baş ağrısı (GTB) (n: 177, %37,7) ve migren (n: 111, %23,6) idi. Sekonder baş ağrısı olan hastaların 86'sına (%70,5) sinüzit tanısı kondu. Sekiz (%1,7) hastada anormal nörolojik muayene bulgusu saptandı. Tüm hastaların 439'una (%93,4) beyin MR çekildi ve 52 (%11,8) hastada anormal beyin MR bulgusu saptandı. Tüm hastaların 205'ine (%43,6) EEG çekildi ve 24 (%11,7) hastada anormal EEG bulgusu saptandı.
Sonuç: Yaş gruplarına göre, baş ağrısı en sık 12-17 yaş grubunda görüldü. Baş ağrısının en yaygın nedenleri sırasıyla GTB ve migrendi. En yaygın ikincil baş ağrısı nedeni sinüzitti. Baş ağrısı nedenlerinin belirlenmesinde fizik ve nörolojik muayenenin hala önceliğini koruduğunu düşünüyoruz. (SETB-2023-08-132)
Objectives: It was aimed to determine the etiological and clinical features of pediatric patients with headache complaints. Methods: The files of patients who were admitted to the pediatric neurology outpatient clinic with headache were reviewed retrospectively. Patients' age, gender, features of headache, symptoms accompanying headache, available blood tests, brain magnetic resonance (MR) and electroencephalography (EEG) results were recorded.
Results: Of the total 470 patients, aged between 3 and 17 years, 291 (61.9%) were female and 179 (39.1%) were male. The mean age of the patients was 12.38±3.45 years. According to age groups, there were 16 (3.4%) patients under the age of 5, 159 (33.8%) between the ages of 6-11, and 295 (62.8%) patients aged 12-17 years. While 289 (61.5%) patients were diagnosed with primary headache, 122 (26.0%) patients were diagnosed with secondary headache, and headaches of 59 (12.5%) patients could not be classified. The most common primary headaches were tension-type headache (TTN) (n=177, 37.7%) and migraine (n=111, 23.6%). The 86 (70.5%) of the patients with secondary headache were diagnosed with sinusitis. Abnormal neurological examination finding was determined in 8 (1.7%) patients. Brain MR was performed in 439 (93.4%) of all patients and abnormal brain MR findings were detected in 52 (11.8%) patients. EEG was performed in 205 (43.6%) of all patients and abnormal EEG findings were detected in 24 (11.7%) patients.
Conclusion: According to age groups, headache was most common in the 12-17 age group. The most common causes of headache were TTN and migraine, respectively. The most common secondary headache cause was sinusitis. We think that physical and neurological examination still maintains its priority in determining the causes of headache.

17.Knowledge, Attitudes and Practices of Pediatricians About COVID-19 Vaccination to Children
Gizem Kara Elitok, Aybike Koc, Sebnem Apaydin, Busra Tetik Dincer, Ali Bulbul
doi: 10.14744/SEMB.2023.46690  Pages 116 - 123
Amaç: Yüksek aşılama oranlarına ulaşılması diğer enfeksiyon hastalıklarında olduğu gibi COVID-19’un önlenmesinde de oldukça önemlidir. Bu çalışma ile pediatri hekimlerinin, çocuklara COVID-19 aşılaması hakkında bilgi tutum ve davranışlarının değerlendirilmesi amaçlandı.
Yöntem: Çalışmamız, tek merkezli, tanımlayıcı- kesitsel, ileriye dönük olarak 20 Eylül 2022 - 30 Kasım 2022 tarihleri arasında yapıldı. Gönüllülük esasına göre anket doldurmayı kabul eden 350 hekim örneklemi oluşturdu. Katılımcılara sosyodemografik verileri, çocuklara COVID-19 aşılaması hakkında bilgileri, tutumları ve davranışlarıyla ilgili toplam 21 sorudan oluşan bir anket formunu Google Forms üzerinden doldurmaları istendi.
Bulgular: Çalışmamıza %72,6’sı kadın 350 pediatri hekimi katıldı. Katılımcıların %51,4’ü Eğitim Araştırma Hastanesinde çalışıyordu, %99,1’ü kendisi COVID-19 aşısı olmuştu. Pediatristlerin %65,7’si (n=230) tüm çocuklara COVID-19 aşısını önerirken, %27,7’si (n=97) sadece risk grubundaki çocuklara öneriyordu, %6,6’sı (n=23) çocuklara COVID-19 aşısını önermiyordu. Pediatristlerin aşıyı tüm çocuklara önermemelerinin ilk üç nedeni; %56,7 çocuklarda yeterli klinik araştırma olmaması, %50 aşının uzun dönem etkileriyle ilgili endişeler, %27,5 aşıya bağlı yan etkilerdi. Katılımcıların aşı önerdiği ilk üç risk grubu; %84,6 astım (kronik akciğer hastalığı), %72 diyabet, %69,7 immun yetmezlikti. Pediatristlerin %68,9’u COVID-19 aşısının ülkemizde 12 yaş ve üzerine yapılmakta olduğunu biliyordu, %60,9’u COVID-19 aşısının çocuklar için güvenli olduğunu düşünüyordu. COVID-19 aşısının çocuklar için güvenli olduğunu düşünenlerin, çocuklara aşıyı önerme oranı daha yüksekti (p<0,001). Bilgi sorularına verilen cevaplar incelendiğinde, çocuklara aşı önermeyenlerin bilgi düzeylerinin diğerlerine göre daha düşük olduğu (p<0,001) tespit edildi.
Sonuç: Çalışmamızda, pediatri hekimlerinin çocuklara çoğunlukla COVID-19 aşısı önerdiğini saptadık. Aşının çocuklar için güvenli olduğu düşüncesinin ve COVID-19 aşısıyla ilgili bilgi düzeyinin aşıyı önermekte etkili faktörler olduğunu tespit ettik. Bu nedenle pediatristlere COVID-19 aşısıyla ilgili düzenlenecek eğitimlerin, çocuklara COVID-19 aşısı önerme oranını arttıracağını düşünmekteyiz. (SETB-2023-09-183)
Objectives: Achieving high vaccination rates is very important in the prevention of the coronavirus disease 2019 (COVID-19) as in other infectious diseases. This study aimed to evaluate pediatricians' knowledge, attitudes and behaviours about COVID-19 vaccination of children.
Methods: Our single-center, descriptive, cross-sectional, prospective study was conducted between September 20, 2022 and November 30, 2022. The sample consisted of 350 physicians who agreed to fill out the questionnaire voluntarily. Participants were asked 21 questions about their sociodemographic data, knowledge about COVID-19 vaccination of children, attitudes and behaviours via Google Forms.
Results: A total of 350 pediatricians, 72.6% of whom were women, participated in our study. 51.4% of the participants were working in a Training and Research Hospital, and 99.1% had received COVID-19 vaccination themselves. While 65.7% (n=230) of pediatricians recommended COVID-19 vaccination for all children, 27.7% (n=97) recommended it only for children in the risk group, and 6.6% (n=23) did not recommend COVID-19 vaccination for children. The most common reasons why pediatricians did not recommend the vaccine to all children were; 56.7% lack of sufficient clinical research on vaccination in children, 50% concerns about the long-term effects of the vaccine, 27.5% vaccine-related side effects. The most risk groups for which participants recommended vaccination were asthma (chronic lung disease) 84.6%, diabetes mellitus 72%, and immunodeficiency 69.7%. 68.9% of pediatricians knew that COVID-19 vaccine was used for children aged 12 years and older in Türkiye, and 60.9% thought that COVID-19 vaccine was safe for children. Those who thought that COVID-19 vaccine was safe for children were more likely to recommend the vaccine to children (p<0.001). When the answers given to the knowledge questions were analyzed, it was found that the knowledge level of those who did not recommend vaccination to children was lower than the others (p<0.001).
Conclusion: In the present study, pediatricians mostly recommend COVID-19 vaccine to children. The vaccine safety and the level of knowledge about COVID-19 vaccine are effective factors in recommending the vaccine. Therefore, we conclude that trainings to be organized for pediatricians about COVID-19 vaccine will increase the rate of recommending COVID-19 vaccine to children.

CASE REPORT
18.A Pediatric Case of Granulomatous Appendicitis Operated Due to Recurrent Abdominal Pain
Hasan Madenci, Cuneyt Ugur, Sabit Dere, Muhammed Burhan Tekin, Meryem Ilkay Eren Karanis
doi: 10.14744/SEMB.2023.03780  Pages 124 - 126
Granülomatöz apandisit (GA), apendiks duvarının granülomatöz iltihabıdır. GA genellikle idiyopatiktir; ancak Crohn hastalığı, paraziter enfeksiyonlar ve tüberküloz gibi birçok hastalık veya yabancı cisimler ile de ilişkili olabilir. Üç aydır karın ağrısı ve safralı kusma şikayetleri olan 11 yaşında erkek hastada sağ alt kadranda karın hassasiyeti mevcuttu. Hastanın beyaz küre sayısı 8,6 x10^3/µL idi. Batın ultrasonu plastron apandisit olarak değerlendirildi ve apendektomi yapıldı. Mikroskobik olarak apendiks duvarında ödem, fibrozis ve lenfoid infiltrasyon ile kalınlaşma gözlendi. Hasta GA'ya neden olan bir hastalık saptanmadığı için idiyopatik GA olarak değerlendirildi. Apendiksin sağlam bir kıvama sahip olduğu ve çevre dokulardan ayrılmasının zor olduğu durumlarda özellikle pediatrik yaş grubunda malignite öncesi GA düşünülmelidir. Radikal cerrahiye karar vermeden önce apendektomi yapılmalıdır. (SETB-2022-12-267)
Granulomatous appendicitis (GA) is granulomatous inflammation of the appendix wall. It is generally idiopathic; however, it may also be associated with many diseases such as Crohn’s disease, parasitic infections, tuberculosis, or foreign bodies. An 11-year-old male patient, with a 3-month history of abdominal pain and bilious vomiting, had right lower quadrant abdominal tenderness. His white blood cell count was 8.6 x103/µL. An abdomen ultrasound was considered to show plastron appendicitis and an appendectomy was performed. Microscopically, thickening of the appendix wall with edema, fibrosis and lymphoid infiltration was observed. The patient was evaluated as idiopathic GA since no disease was detected that caused GA. When the appendix has a firm consistency and is difficult to separate from the surrounding tissues, GA should be considered before malignancy, particularly in the pediatric age group. An appendectomy should be performed before deciding on radical surgery.

19.A Rare Presentation of Anthrax: A Pediatric Patient with Palpebral Anthrax
Selime Teleke Kaymaz, Fatma Tugba Cetin, Ozlem Ozgur Gundeslioglu, Fuat Kaplan, Burak Ulas, Altan Atakan Ozcan
doi: 10.14744/SEMB.2023.51261  Pages 127 - 130
Şarbon, Bacillus anthracis'in neden olduğu insanlarda nadir görülen zoonotik bir hastalıktır. Bu hastalığın en yaygın şekli kutanöz şarbondur. Nadiren göz tutulumu olabilir.
Bu vakada sol göz kapağında şarbon bulunan dokuz yaşında bir erkek hasta sunulmaktadır. Hastanın öyküsünden gözün sol tarafında küçük bir papüler reaksiyon oluştuğu, ardından lezyonun üç gün içinde büyüdüğü ve göz çevresinde ödem geliştiği öğrenildi. Hastanın preseptal selülit tanısının beşinci gününde göz lezyonlarında ilerleme ve göz çevresinde nekroz ve eskar oluşumu saptanırken, hastanın şikayetlerinin beşinci gününde Bacillus anthracis polimeraz zincir reaksiyonu (PZR) pozitifliği saptandı. Hasta siprofloksasin ve klindamisin ile tedavi edildi ve klinik yanıt alındı.
Sonuç: Özellikle hayvanlar ile yakın teması olan hastalarda preseptal ve orbital selülitin ayrıcı tanısında şarbon akılda tutulmalıdır. Palpebral şarbon zamanında etkili bir şekilde tedavi edilmezse göz kapaklarında izler bırakarak kalıcı şekil bozukluklarına ve fonksiyon kayıplarına neden olabilir. Erken tanı konulup antibiyotik tedavisine başlanması komplikasyon oluşumunu anlamlı derecede azaltır. Bu olgu sunumunda şarbon hastalığında nadir olarak görülen, göz kapağı şarbonlu bir çocuk olgu sunulmuştur. (SETB-2022-11-251)
Anthrax is a rare zoonotic disease in humans caused by Bacillus anthracis. The most common form of this disease is cutaneous anthrax. Rarely, eye involvement may occur.
In this case, a nine-year-old male patient with anthrax on his left eyelids is presented. From the patient's history, it was learned that a slight papular reaction occurred on the left side of the eye, then the lesion enlarged within three days, and edema developed around the eye. On the fifth day of the patient's preseptal cellulitis diagnosis, progress in eye lesions and necrosis and eschar formation around the eyes were detected, while Bacillus anthracis polymerase chain reaction (PCR) positivity was detected on the fifth day of the patient's complaints. The patient was treated with ciprofloxacin and clindamycin and a clinical response was achieved. Anthrax should be kept in mind in the differential diagnosis of preseptal and orbital cellulitis, especially in patients who have close contact with animals. If palpebral anthrax is not treated effectively on time, it can leave scars on the eyelids and cause permanent deformities and loss of function. Early diagnosis and initiation of antibiotic therapy significantly reduce the occurrence of complications. In this case report, a pediatric case with eyelid anthrax, which is rarely seen in anthrax disease, is presented.

20.Abducens Nerve Palsy in a Patient with COVID-19: A Case Report
Gulten Tata, Sahin Isik, Husrev Diktas, Gencer Genc, Serpil Bulut
doi: 10.14744/SEMB.2023.55491  Pages 131 - 134
COVID-19 ile ilişkili çok sayıda nörolojik tutulum bildirilmiştir. Bununla birlikte, COVID-19 ile ilişkili abdusens sinir felci çok nadirdir ve çoğunlukla tabloya solunum belirtileri eşlik eder. Biz çift görme yakınması ile başvuran ve daha sonra bakılan SARS-CoV-2 S antikorları pozitif, tek taraflı abdusens sinir felci olan 29 yaşında bir kadın hastayı sunuyoruz. Başvurduğunda herhangi bir solunumsal şikayeti olmayan hastanın toraks bilgisayarlı tomografi (BT) incelemesinde viral pnömoni bulguları vardı. Kranyal nörogörüntülemesi normaldi. Abdusens sinir felci kısmen ve BT bulguları tamamen favipiravir 2x1600 mg yükleme dozu ve daha sonra günde 2x600 mg idame, deksametazon 8 mg/gün, enoxaparin 6000 IU/gün tedavisi ile iyileşti. COVID-19 tedavisinin bitiminden bir hafta sonra, hastamızda valasiklovir ile başarılı bir şekilde tedavi edilen Herpes simpleks keratiti de gelişti. İzole abdusens sinir felcinin, herhangi bir solunum belirtisi olmayan COVID-19 vakalarının tek bulgusu olabileceği akılda tutulmalıdır. (SETB-2022-06-144)
Numerous neurological manifestations associated with COVID-19 have been reported. However, abducens nerve palsy (ANP) associated with COVID-19 is very rare and mostly related to accompanying respiratory symptoms. Here we present a 29-year-old woman with unilateral ANP manifesting with diplopia and positive SARS-CoV-2 S antibodies, which were checked later. On admission, she had signs of viral pneumonia in thorax CT without any respiratory symptoms. Her cranial neuroimaging revealed no abnormality. Following treatment with favipiravir 2x1600 mg loading dose and then 2x600mg daily maintenance, dexamethasone 8 mg/day and enoxaparin 6000 IU/day, her CT findings recovered completely whereas her ANP only partially resolved. One week after the end of COVID-19 treatment, she also developed Herpes simplex keratitis which was successfully treated with valacyclovir. It should be kept in mind that isolated abducens nerve palsy may be the only finding of COVID-19 cases without any respiratory symptoms.

21.Endovascular Pipeline Shield Treatment of Iatrogenic Internal Carotid Artery Pseudoaneurysm and Carotid-Cavernous Fistula
Eyup Camurcuoglu, Umut Erdem, Ender Uysal
doi: 10.14744/SEMB.2024.84479  Pages 135 - 137
İnternal karotid arterin (İKA) psödoanevrizması (PA) ve karotiko-kavernöz fistülü (KKF) endoskopik endonazal cerrahinin nadir bir komplikasyonudur ve vakaların %1'inde görülür. 37 yaşında bir kadın hastada hipofiz adenomu nedeniyle iatrojenik İKA hasarının neden olduğu İKA psödoanevrizma (PA) ve karotikokavenöz fistülü (KKF) için akım yönlendirici stentlerin (AYS) başarıyla yerleştirildiğini bildiriyoruz. Akım yönlendirici stent yerleştirilmesinden sonra, belirli bir süre verilen ikili antiplatelet ajanlar ile takip anjiyogramı, tam anevrizma obliterasyonu ve hasarlı damarın etkili endoluminal rekonstrüksiyonu kusursuzdu. ICA psödoanevrizmalarının yönetiminde, akım yönlendirici stentlerin yerleştirilmesi geçerli bir damar koruyucu tekniktir. (SETB-2023-08-150)
Pseudoaneurysm (PA) and carotid cavernous fistula (CCF) of the internal carotid artery (ICA) is an uncommon complication of endoscopic endonasal surgery that occurs in 1% of cases. We report on the successful placement of flow-diverting stents (FDS) to ICA pseudoaneurysm and caroticocavernous fistula caused by iatrogenic ICA injury for a pituitary adenoma in a 37-year-old female. After placement of the pipeline shield given a certain time, dual antiplatelet agents (DAPT) and follow-up angiogram verified complete aneurysm obliteration and effective endoluminal reconstruction of the injured vessel. In managing ICA pseudoaneurysms, the placement of flow-diverting stents is a viable vessel-sparing technique.

LookUs & Online Makale