ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 48 (4)
Volume: 48  Issue: 4 - 2014
INVITED REVIEW ARTICLE
1.Portopulmonary hypertension
Canan Alataş Alkım
doi: 10.5350/SEMB.20141222090454  Pages 257 - 263
Portopulmoner hipertansiyon portal hipertansiyonun seyrek görülen akciğer komplikasyonlarından birisidir. Portopulmoner hipertansiyon pulmoner dolaşımdaki vazokonstriksiyona bağlı pulmoner arter basıncının yükselerek sağ ventrikül işlevlerinin bozulması durumudur. Patogenezinde portosistemik şantlarla akciğer dolaşımına ulaşan, karaciğer tarafından yıkılamayan vazokonstriktörler suçlanmaktadır. Başlangıç belirtisi efor dispnesi ve halsizliktir. Semptomu olan ve karaciğer transplantasyon adayları portopulmoner hipertansiyon açısından taranmalıdır. Tarama testi olarak transtorasik ekokardiyografi kullanılır. Bu testte sağ ventrikül sistolik basıncı yüksek olanlara mutlaka sağ ventrikül kateterizasyonu yapılmadır. Tedavisinde spesifik olarak vazodilatatör olan nitrik oksit, prostasiklinler, endotelin-1 reseptör antagonistleri ve fosfodiesteraz inhibitörleri kullanılmaktadır. Vazodilatatör tedaviye yanıt verenlere karaciğer nakli başarıyla yapılabilmektedir.
Portopulmonary hypertension is one of the rare pulmonary complications of portal hypertension. Portopulmonary hypertension, is the right ventricular dysfunction caused by increased pulmonary artery pressure which developed due to the pulmonary vascular vasoconstruction. Vasoconstrictors, that cannot be broken-down by the liver and reach to the pulmonary circulation with portosystemic collaterals were blamed for the pathogenesis. First signs were exertional dispnea and fatigue. Patients with symptoms and liver transplantation candidates must be screened for portopulmonary hypertension. Transthoracic echocardiography is used as the screening test. If right ventricular systolic pressure was high at this test, right ventricular catheterization must be done. Specific vasodilatator agents nitric oxide, prostacyslins, endothelin-1 receptor antagonists and phosphodiesterase inhibitors are used for the treatment. Liver transplantation can be done successfully to those who responds the vasodilatator therapy.

2.Normocalcemic hyperparathyroidism: A new clinical type of primary hyperparathyroidism
Mehmet Uludağ
doi: 10.5350/SEMB.20141223051323  Pages 264 - 273
Primer hiperparatiroidizm günümüzde 3. en sık görülen endokrin hastalık olup, ayaktan hastalarda hiperkalseminin en sık nedenidir. 1970’li yıllarda serum kalsiyumunun otomotik olarak ölçülmeye başlamasından sonra, prevalansı anlamlı olarak arttı. Buna ek olarak klinik fenotip semptomatik hastalıktan hafif semptomlu veya asemptomatik duruma geçiş yaptı. Bu klinik profil asemptomatik hiperparatiroidizm olarak isimlendirildi. Primer hiperparatiroidizmin parathormon artışına sebep olacak sekonder bir sebep olmaksızın, parathormon artışı olan, fakat total ve iyonize kalsiyum düzeylerinin tutarlı bir şekilde normal olduğu, daha yeni bir prezentasyonu geçen dekatta tanımlandı. Bu yeni durum normokalsemik hiperparatiroidizm olarak isimlendirildi. Bu derleme primer hiperparatiroidizmin yeni tanımlanan bu tipi ile ilişkili güncel bilgiyi sunmaktadır.
Primary hyperparathyroidism is the third most common endocrine disorder and the most common cause of hypercalcemia in the outpatient setting. After the introduction of automated serum calcium measurements in the 1970s, its prevalence increased significantly. In addition, the clinical phenotype had shifted from a symptomatic disorder to a less symptomatic or even asymptomatic state. This clinical profile has been called asymptomatic primary hyperparathyroidism. A newer presentation of primary hyperparathyroidism has been described over the past decade, in which parathyroid hormone is elevated but total and ionized serum calcium concentrations are consistently normal, in the absence of secondary causes for elevated parathyroid hormone concentration. This new condition has been called normocalcemic primary hyperparathyroidism. This review presents the current data in relation to this newly described type of primary hyperparathyroidism.

ORIGINAL RESEARCH
3.Early comparision results of anatomical single and double bundle anterior cruciate ligament reconstruction procedures by using autogenous hamstring tendon graft
Burak Günaydın, Osman Tuğrul Eren, Raffi Armağan, Hasan Basri Sezer
doi: 10.5350/SEMB.20140807081116  Pages 274 - 281
Amaç: Bu çalışmanın amacı ön çapraz bağ yırtığı sonrasında anatomik çift band yöntemi ve anatomik tek band yöntemi kullanılarak ön çapraz bağ (ÖÇB) tamiri uygulanan hastaların ameliyat öncesi ve sonrası bulgularını karşılaştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda 2007–2009 yılları arasında anatomik çift band yöntemiyle ÖÇB rekonstrüksiyonu ameliyatı uygulanan ve yeterli takibi olan 20 hasta ile, anatomik tek band yöntemiyle ÖÇB rekonstrüksiyonu ameliyatı uygulanan ve yeterli takibi olan 20 hastanın sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. İki grubun Lysholm Skorlaması sonuçları, Modifiye Cincinnati Skorlaması sonuçları, IKDC skoru ve aktivite skalasına göre sonuçları, eklem hareket açıklığı sonuçları, stabilite test sonuçları, uyluk atrofisi sonuçları, tek bacakla uzun atlama testi sonuçları ve KT–1000 cihazı ile 15, 20, 30 pound kuvvetler uygulanarak yapılan ölçüm sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. İki grubun karşılaştırmasında student t testi, MannWhitney U testi, Anovo testi kullanılarak, p<0.05 değeri anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Anatomik çift band tekniği kullanılan hastaların 20 (%100)’si de erkek olup, yaş ortalaması 26.7 (18-35) yıl idi. Bu hastaların 14 (%70)’ünün sağ, 6 (%30)’sının sol dizine rekonstrüksiyon ameliyatı uygulandı. Anatomik tek band tekniği kullanılan hastaların ise 17 (%85)’si erkek olup, yaş ortalama 26 (16-36) yıl idi. Tek band yöntemi kullanılan hastaların ise 11 (%55)’inin sağ, 9 (%45)’unun sol dizine rekonstrüksiyon ameliyatı uygulandı. İki grubun ameliyat sonrası KT–1000 cihazı ile 20 pound ve 30 pound kuvvet uygulanarak yapılan
ölçüm değerlerinde ise anatomik çift bant tekniğinin, tek band tekniğine göre anterior translasyonu daha anlamlı bir şekilde engellediğini saptandı (p<0.05). Diğer ölçüm ve skorlamalarda ise istatistiksel anlamlı fark bulunmadı (p>0.05).
Sonuç: Anatomik çift band ÖÇB rekonstrüksiyonunun, tek band ÖÇB rekonstrüksiyonuna göre 20 ve 30 poundluk kuvvetle yapılan KT 1000 ölçümlerinde anterior translasyonu daha anlamlı bir şekilde engellediği saptandı. Çift band ÖÇB rekonstrüksiyonun klinik sonuçlarını görüldüğünde, bu yöntemin kullanılmasının giderek artacağı kanısındayız.
Objective: Purpose of this study is to evaluate the results of anatomical single bundle and double bundle anterior cruciate ligament reconstruction procedures and compare the results between two groups.
Material and Methods: 20 patients had been treated by anatomical single bundle (group 1) and 20 patients were treated by anatomical double bundle technique (group 2) between 2007 and 2009. The patients’; Lysholm knee scores, Modified Cincinnati scores, knee stability tests, activity scales, examination results of knee range of motion, IKDC scores, thigh atrophy measurement results, one leg hop test scores and examination under 15, 20, 30 pound forces with KT-1000 machine were evaluated and compared between two groups retrospectively. Statistical analysis was performed by using student T test, Mann-Whitney U test and Anovo test, p<0.05 was accepted as significant.
Results: For group 1; 17 (85%) of the patients were male and 3 (15%) of them were female, mean age was 26 (16-36) years, 11 (55%) of the lesions were on the right knee and 9 (45%) of them were on the left knee. All of the patients in group 2 were male. For group 2; mean age was 26.7 years (18-35), 14 of the lesions (70%) were on right knee and 6 of them were on the left knee (30%). Anterior translation rates which had been tested by KT-1000 measurements with 20 and 30 pound forces were lesser for group 2 (statistically significant, p<0.05). There were no statistically significant difference for other comparisions.
Conclusion: Anterior translation after anatomical double bundle technique was statistically significantly lesser than anatomical single bundle technique when tested with KT-1000 machine under 20-30 pound forces. We believe in that; after evaluating more cases’ clinical results which has been treated by anatomical double bundle anterior cruciate ligament reconstruction technique, more orthopaedic surgeon will prefer to use this technique.

4.Clinical Outcomes of 23-gauge pars plana vitrectomy for diabetic epiretinal membranes in diabetic patients
Mehmet Demir, Dilek Güven, Yekta Şendül, Zeynep Acar, Ali Olgun
doi: 10.5350/SEMB.20140624122612  Pages 282 - 286
Amaç: Diyabetik epiretinal membranlar nedeniyle 23 gauge pars plana vitrektomi (PPV) ameliyatı geçiren hastaların klinik sonuçlarını sunmak.
Gereç ve Yöntem: Diyabetik epiretinal membranların sebep olduğu görme azlığı, maküla ödemi (MÖ) ve/ veya metamorfopsi nedeniyle sadece PPV veya PPV ile birlikte fakoemülsifikasyon ve göz içi lens (GİL) ameliyatı geçiren hastaların ameliyat öncesi ve sonrası en iyi düzeltilmiş görme keskinliği (EİDGK), göz içi basınçları (GİB), merkezi maküla kalınlıkları (MMK) geriye dönük olarak incelendikten sonra karşılaştırıldı ve gelişen komplikasyonlar açısından incelendi. Çalışmaya ameliyattan önce panretinal fotokoagülasyon tedavisi görmüş, psödofakik ya da görmeyi etkileyen lens kesafeti olmayan ancak ileride vitrektomi sekeli olarak gelişecek katarakt nedeniyle kombine cerrahi geçiren hastalar alındı.
Bulgular: Yirmi dokuz hastanın (17 kadın, 12 erkek) 30 gözü incelendi. Yaş ortalaması 61.8±8.2 yıl, takip süresi 13±7.9 ay idi. Ameliyat öncesi ortalama EİDGK 0.65±0.25 logMAR; ameliyat sonrası ortalama EİDGK 0.54±0.29 logMAR idi (p=0.29). MMK ortalaması ameliyat öncesi 474±81 µm ve ameliyat sonrası 295±52 µm bulundu (p<0.001). EİDGK, on üç gözde (%43.4) arttı, 10 gözde (%33.3) değişmedi ve 7 gözde (%23.3) azaldı. Posterior kapsül opasifikasyonu (PCO) 7 olguda kaydedildi. Glokom beş gözde, makülada skar oluşumu iki gözde, lamellar maküler delik üç gözde, tam kat maküler delik bir gözde, rubeosis iridis bir gözde ve optik atrofi iki gözde, gelişti.
Sonuç: EİDGK, retina önünde diyabetik membran gelişmiş panretinal lazer fotokoagülasyon yapılmış diyabetik retinopatli gözlerde membran soyma ameliyatından sonra gözlerin %43.4’de artış, %33.3’de ise değişiklik göstermedi. Ortalama MMK’da anlamlı incelme izlendi. Glokom, maküla ile ilgili yan etkiler ve arka kapsül opasifikasyonu ameliyat sonrası en sık izlenen komplikasyonlardı.
Objective: To report the clinical outcomes of 23-gauge (G) pars plana vitrectomy (PPV) for epiretinal membranes (ERM) in diabetic patients.
Materials and Methods: This retrospective study included 30 eyes of 29 diabetic patients who underwent 23-G PPV only or combined with phacoemulsification and intraocular lens (IOL) implantation for ERM. All patients complained low visual acuity and/or metamorphopsia secondary to ERM with or without macular edema (ME). Phacoemulsification was performed for the lack of re-operation for cataract that will develop after vitrectomy. Preoperative and postoperative values of best corrected visual acuity (BCVA), central macular thickness (CMT), intraocular pressure (IOP) and complications of surgery were analyzed.
Results: Mean age was 61.8±8.2 years old and follow up time was 13±7.9 months. Preoperative mean BCVA was 0.65±0.25 logarithm of the minimum angle of resolution (logMAR) and postoperative mean BCVA was 0.54±0.29 logMAR (p=0.29). Preoperative mean CMT was 474±81 µm and postoperative mean CMT was 295±52 µm (p<0.001). Postoperatively, in 13 eyes (43.4%), BCVA was increased. In 10 eyes (33.3%), BCVA was not changed and in 7 eyes (23.3%), BCVA was decreased at the end of follow-up. Posterior capsul opacification was recorded in 7 eyes. Glaucoma in five, macular scar formation in two, lamellar macular hole formation in three, full-thickness macular hole formation in one, rubeosis iridis in one and optic atrophy in two eyes were recorded.
Conclusions: BCVA was increased in 43.4% and not changed in 33.3% eyes after PPV for diabetic ERM.
Mean CMT was significantly decreased after PPV. Postoperatively glaucoma, macular side events, and
posterior capsular opacification were the most frequent complications.

5.Our experince of incarcerated inguinal hernias
Abdülcabbar Kartal, Bülent Çitgez, Evren Besler, Sıtkı Gürkan Yetkin, Mehmet Uludağ, İsmail Ethem Akgün, Hamdi Özşahin, Mehmet Mihmanlı
doi: 10.5350/SEMB.20140810102931  Pages 287 - 290
Amaç: Bu çalışmada ameliyat ettiğimiz inkarsere inguinal hernilerdeki sonuç ve tecrübelerimizi sunmayı
amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2005 ile Ocak 2010 yılları arasında inkarsere inguinal herni nedeniyle opere edilen 38 olgunun klinik ve ameliyat sonrası sonuçları retrospektif olarak incelendi.
Bulgular: Çalışmada 30 erkek (%79) ve 8 kadın (%21) hasta mevcuttu. Olguların yaş ortalaması 45 yıl idi (17-85). 24 olguda herni sağ tarafta (%63), 14 olguda (%37) sol tarafta yer alıyordu. Femoral hernisi olan 4 olguya ‘McVay’, 34 olguya ise ‘Bassini’ prosedürü uygulandı. 38 olgunun 1 tanesine ileal rezeksiyon, 4 tanesine omental rezeksiyon eklendi. Morbidite oranı %8 (3 olgu) olup, bir olguda (%3) postoperatif ağrı, 2 hastada (%5) seroma bulundu. Ortalama hastanede kalış süresi 3.6 gündü. 28 olgunun 36 aylık (8-45) takip süresi boyunca 3 hastada nüks gelişti.
Sonuç: Çalışmamızda bağırsak rezeksiyon oranı düşük ve cerrahi tedavinin morbidite oranı düşük bulunmuştur. İnkarsere inguinal heniler morbidite ve mortaliteyi en aza indirebilmek için acil şartlarda gecikmeden opere edilmelidir.
Objetive: The aim of this study is to announce the outcomes and experiences of our operated incarcerated inguinal hernias.
Material and Method: The clinical outcomes and the therapeutical effects of 38 patients whom underwent surgery for incarterated inguinal hernia between January 2005 -January 2010 were evaluated retrospectively.
Results: There were 30 male (79%) and 8 female (21%) patients. The averageage of the patients was 45 years (17-85). The hernia seated on the right side in 24 cases (63%) and on the left side in 14 cases (37%). ‘McVay’ procedure was applied for 4 patients with femoral hernias and ‘Bassini’ procedure was applied for 34 patients. Ileal resection was added for 1 case and omental resection for 4 of them. The morbidity rate was 8% (3 cases). Postoperative pain occured in one patient (3%), and seroma occured in 2 patients (5%). The average duration of hospital stay was 3.6 days. Recurrence occured in 3 of 28 patients in the 36 months (8-45) follow up period.
Conclusion: In our study, the rate of bowel resection and the rate of the morbidity of surgical treatment is founded low. Incarcerated inguinal hernias must be operated immediately in order to lower the morbidity and motality rates.

6.Frequency and threshold of the erythrocyte suspension transfusion in the intensive care unit
Mehmet Eren Açık, Hacer Şebnem Türk, Canan Tülay Işıl, Naim Ediz, İnci Paksoy, Merih Tombul, Sibel Oba
doi: 10.5350/SEMB.20140219060126  Pages 291 - 295
Amaç: Kan transfüzyon sıklığında artışın yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) kalış süresini ve mortaliteyi arttırdığına dair çalışmalar mevcuttur. Ancak, kritik hastada aneminin de doku hipoksisini arttırdığı bilinmektedir. Biz de bu çalışmada YBÜ’de transfüzyon sıklığını ve transfüzyon eşik değerini tartışmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi 7 yataklı YBÜ’nde 2011 yılında yatan 237 hastanın verilerini geriye dönük inceledik. Yaş, cinsiyet, APACHE II risk-skorları, YBÜ ortalama yatış süresi, toplam transfüze edilen eritrosit süspansiyonu miktarı, olguların transfüzyon öncesi Hb değerleri ve mortalite kayıt altına alınmıştır.
Bulgular: Olguların yaş ortalaması 44.76±18.55 yıl, erkek/kadın oranı 130/107’dir. APACHE II skoru ortalamaları 18.56±8.12’dir. Ortalama yatış süresi 10.79±9.87 gündür. 183 hastaya 252 ünite eritrosit süspansiyonu transfüze edilmiştir. Transfüzyon uygulanan hastaların Hb değeri ortalaması 8.62±2.2’dir. Hb değeri 7’nin altında transfüzyon uygulanan hasta sayısı 68’dir. Eritrosit süspansiyonu/olgu sayısı oranı 69/68’dir. APACHE II skoru ortalamaları 17.67±7.21’dir. Ortalama yatış süresi 10.83±8.42 gündür. Ölen hasta sayısı 23 (%33.8)’tür. Hb değeri 8’in altında transfüzyon uygulanan hasta sayısı 43’tür. Eritrosit süspansiyonu/ olgu sayısı oranı 45/43’tür. APACHE II skoru ortalamaları 16.21±5.23’tür. Ortalama yatış süresi 10.76±8.96 gündür. Ölen hasta sayısı 18 (%41.8)’dir. Hb değeri 9’un altında transfüzyon uygulanan hasta sayısı 52’dir. Eritrosit süspansiyonu/olgu sayısı oranı 103/52’dir. APACHE II skoru ortalamaları 23.57±4.12’dir. Ortalama
yatış süresi 13.63±10.2 gündür. Ölen hasta sayısı 38 (%73)’dir. Hb değeri 10’un altında transfüzyon uygulanan hasta sayısı 20’dir. Eritrosit süspansiyonu/olgu sayısı oranı 35/20’dir. APACHE II skoru ortalamaları 24.33±2.12’dir. Ortalama yatış süresi 19.03±12.67 gündür. Ölen hasta sayısı 13 (%65)’dir. Transfüzyon uygulanmayan 54 hastanın ortalama yatış süresi 10.81±7.63 gündür. Ölen hasta sayısı 23 (%42.5)’tür. APACHE II skoru ortalamaları 17.78±6.7’dir.
Sonuç: Transfüzyon için eşik Hb değerinin 7-8 gr/dl kabul edildiği hasta grubunun, YBÜ’sinde kalış süresi ve mortalite oranı düşüktür ve transfüzyon uygulanmayan grupla benzer bulunmuştur. Tersine, Hb eşik değerinin 9-10 gr/dl kabul edildiği hastalarda YBÜ’de kalış süresi ve mortalite yüksek bulunmuştur. Kanaatimizce restriktif kan transfüzyonu protokolü YBÜ’de yaşam süresini uzatmak için daha iyi bir seçenek gibi gözükmektedir. Ancak doku oksijenizasyonunu inceleyen ileri çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Objective: Some studies showed that increased blood transfusion is associated with prolonged Intensive Care Unit (ICU) stay and higher mortality rates. However, it is well known that anemia increases tissue hypoxia in the critically ill patient. In this study we aimed to discuss transfusion frequency and threshold values of transfusion in our ICU.
Material and Metods: Data of 237 patients hospitalized in the ICU of Sisli Etfal Training and Research Hospital with 7 bed capacity during the year 2011 were analyzed retrospectively. Age, gender, APACHE II risk-score, ICU stay, blood transfusion amount, hemoglobin (Hb) level before transfusion and mortality was recorded.
Results: The age of patients age was 44.76±18.55 years, male/female ratio was 130/107 APACHE II score was 18.56±8.12. ICU stay was 10.79±9.87 days. Totally 183 patients were transfused 252 Units of red blood cells (RBC). The Mean Hb level was 8.62±2.2g/dl in the transfused patients. 68 patients were transfused with Hb <7g/dl, RBC/patient ratio was 69/68, APACHE II score was 17.67±7.21, ICU stay was 10.83±8.42 days and mortality was 33.8% (n=23). 43 patients received transfusion with a Hb <8 g/dl, RBC/patient ratio was 45/43, APACHE II score was 16.21±5.23, ICU stay was 10.76±8.96 days and 41.8% (n=18) died. 52 patients received transfusion with Hb <9 g/dl, RBC/patient ratio was 103/52, APACHE II score was 23.57±4.12, ICU stay was 13.63±10.2 days and mortality was 73% (n=38). 20 patients were transfused with Hb <10 g/dl, RBC/patient ratio was 35/20, APACHE II score was 24.33±2.12, ICU stay was 19.03±12.67 days and 65% (n=13) died. ICU stay of non-transfused 54 patients was 10.81±7.63 days and 42.5% (n=23) was died. APACHE II score was 17.78±6.7.
Conclusions: While ICU stay was not prolonged and mortality was not increased in the patients transfused with a Hb level of 7-8 g/dl which was similiar to the non-transfused patients, it was just the opposite in patients recieving transfusion with Hb level 9-10g/dl. In our opinion, applying a restrictive blood transfusion protocol in the ICU looks like a better strategy for prolonging life. But we also think that further studies on tissue oxigenation should be conducted.

7.The effect of topical applications performed after subcutaneous heparin injection on development of bruise and hematoma
Mehtap Dursun, Reva Balcı Akpınar
doi: 10.5350/SEMB.20140501092103  Pages 296 - 302
Amaç: Subkutan heparin enjeksiyonu sonrası oluşan ekimoz ve hematom heparinin lokal yan etkilerindendir. Bu çalışma, subkutan heparin enjeksiyonuna bağlı oluşabilen ekimoz ve hematom gelişimine topikal olarak enjeksiyon alanına uygulanan K vitamininin, adrenalinin ve alüminyum potasyum sülfatın etkisinin araştırılması amacı ile yapılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Araştırma tek grup son test yöntemi ile kontrol gruplu ve deneysel olarak yapılmıştır. Araştırmaya subkutan heparin tedavisi alan 80 hasta alınmıştır. Hastalara günde bir kez abdominal bölgeden subkutan heparin enjeksiyonu yapılmış ve enjeksiyon sonrası bölgeye randomizasyonla belirlenen, K vitamini, adrenalin ya da alüminyum potasyum sülfattan biri topikal olarak uygulanmıştır. Aynı hastaya takip eden günlerde, önceden uygulanmayan diğer yöntemler enjeksiyon sonrası uygulanmıştır. Enjeksiyonların birinden sonra ise bölge yalnızca kuru pamukla desteklenmiş ve bu alan kontrol grubu olarak kabul edilmiştir. Alüminyum potasyum sülfat doğrudan, K vitamini ve adrenalin pamuğa emdirilerek uygulanmıştır. Her enjeksiyondan 48 saat sonra bölgede gelişen ekimoz alanlarının ölçümü yapılmıştır.
Bulgular: Araştımaya alınan bireylerin tanıtıcı özellikleri incelendiğinde çoğunluğunu erkekler oluşturmaktadır ve yaş ortalamaları 62.82±11.9 olarak saptanmıştır. Enjeksiyon sonrası uygulanan yöntemlerle, kontrol grubunun ekimoz alanlarının ölçümleri karşılaştırıldığında; kontrol grubunun ekimoz büyüklüğü ortalama 1.4±2.8 mm2, adrenalin uygulanan grubun ekimoz büyüklüğü 6.3±4.6 mm2, alüminyum potasyum sülfat uygulanan alanların ekimoz büyüklüğü 3.2±3.3 mm2, K vitamini uygulanan alanların ekimoz büyüklüğü ise 1.4±2.9 mm2 olarak saptanmıştır. Aralarındaki fark kontrol grubu ile karşılaştırıldığında adrenalin ve alüminyum potasyum sülfatta anlamlı (p<0.001), K vitamininde anlamsız olarak (p<0.05) bulunmuştur.
Sonuç: Subkutan heparin enjeksiyonu sonrası ekimoz gelişimini önlemede topikal uygulanan adrenalinin, alimünyum potasyum sülfatın ve K vitamininin etkili olmadığı bulunmuştur.
Objective: Bruising and hematoma, which appear after the subcutaneous heparin injection, are local side effects of heparin. The purpose of this study was to investigate the effect of Vitamin K, adrenaline, and aluminum-potassium-sulphate, which are topically administered on injection area, on development of the bruising and the hematoma caused by the subcutaneous heparin injection.
Material and Method: The study was conducted as single group post-test experimental model with control group. 80 patients, who were receiving subcutaneous heparin treatment, were included in the study. Subcutaneous heparin was injected on abdominal area of the patients once a day; and after the injection, one of Vitamin K, adrenaline or aluminum-potassium-sulphate determined via randomization was topically administered on the area. On the follow-up days, other methods, which had not been applied before, were applied on the same patient after injection. Following one of the injections, the area was supported with only dry cotton and this area was accepted as the control group. While aluminum-potassium-sulphate was directly administered, Vitamin K and adrenaline was administered by impregnating cotton. The measurement of bruising areas, which appear on injection areas, was made in 48 hours after each injection.
Results: Examining demographic characteristics of individuals included in the study; majority was males and the iraverageage was determined as 62.82±11.9.
Comparing the measurements of bruising areas of the control group with methods, applied after injection; it was
determined that bruising size of the control group was 1.4±2.8 mm2
on average, bruising size of the adrenalin
group was 6.3±4.6 mm2
, bruising size of the alum group was 3.2±3.3 mm2
, and bruising size of the Vitamin K group
was 1.4±2.9 mm2
. When the difference among them was compared with the control group, the difference was
significant (p<0.001) in alum and adrenaline groups but was insignificant in vitamin K group (p<0.05).
Conclusion: It was determined that adrenaline, aluminum-potassium-sulphate, and Vitamin K administered
topically are not effective to prevent the progress of the bruising which appear after subcutaneous heparin
injection.

8.Pediatric health care providers’ knowledge about patient follow-up with pulse oximetry
Ali Bülbül, Melek Selalmaz, Ayşe Kunt, Şehrinaz Demirel, Hasan Sinan Uslu
doi: 10.5350/SEMB.20140318123301  Pages 303 - 307
Amaç: Pediatrik yaş grubuna hizmet veren sağlık personelinin pulse oksimetre ile hasta takibi hakkında bilgi düzeyinin değerlendirilmesi.
Gereç ve Yöntem: Çalışma verileri İstanbul ilinde iki eğitim ve araştırma hastanesi pediatri bölümlerinde görevli olan ve çalışmayı kabul eden sağlık çalışanlarından elde edildi. Araştırmacılar tarafından deneyimler ve literatür bilgileri doğrultusunda çalışmanın anket formu oluşturuldu, etik kurul onayı alındı. Ankette bireyin genel çalışma özellikleri ile birlikte pulse oksimetrenin özellikleri ve ölçüm esasları ile ilgili toplam 26 soru bire bir görüşme ile dolduruldu. Veriler yüzdelik ve ki-kare testleri ile değerlendirildi.
Bulgular: Çalışma anketi kabul eden 128 sağlık çalışanı ile yapıldı. Ankete katılanların 85’i (%66.4) hemşire iken, çalışma yeri en sık (%46.1) yenidoğan ünitesi idi. Pulse oksimetre ile ilgili eğitim alma sıklığı %27.3 (n: 35) olarak saptandı. Pulse oksimetrenin ölçümünde hatalara neden olabilen durumlar: parlak güneş ışığı %56, methemoglobinemi %44, fototerapi %37, karbonmonoksit zehirlenmesi %28, soğuk çevre–periferik vazokonstrüksiyon %21 ve şok %16 oranlarında bilinmiyordu. Pulse oksimetre probunun yerinin değiştirilme zamanı ile beslenme esnasında gerekli olan bebeklerde pulse oksimetre sonucuna göre oksijen desteği verilmesi durumunun hemşireler tarafından doktorlara göre daha iyi bilindiği saptandı (sırasıyla, p: 0.000 ve p: 0.001).
Sonuç: Pediatri alanında hizmet veren sağlık ekibinin pulse oksimetre ile ilgili eğitim alma sıklığı- nın düşük olduğu, hemşirelerin pulse oksimetre ile izlemde daha başarılı oldukları belirlendi. Pediatri alanında tüm çalışanların pulse oksimetre ile ilgili standart ve sürekli bir eğitim almaları gerektiği sonucuna varıldı.
Objective: The aim of the study is to determine the knowledge level of health staff serving in pediatric age group about patient follow-up with pulse oximetry.
Material and Method: Data of study were obtained from health staff accepted to participate and working in pediatrics department of two education and research hospitals in Istanbul. For this study a questionnaire form established by investigators under the supervision of experties and under the consideration of literature knowledge. A total of 26 questions were asked which contain the general practice characteristics of the individual and properties and measurement basis of pulse oximetry was filled by an interview. Data were analyzed with percentage and chi-square methods.
Results: The study performed with 128 pediatric health staff accepted the questionnaire. Among of the participants 66.4% were nurse and 46.1% practicing in neonatal intensive care unit. Participants did not known as bright sun light (56%), methemoglobinemia (44%), phototherapy (37%), cold environment- peripheral vasoconstriction (21%) and shock (16%) are the situations that can cause errors in pulse oximetry measurements. Replacement time of pulse oximetry probe site and situation of giving oxygen support according to pulse oximetry result for babies which needs at feeding detected as better known by nurses than doctors (p: 0.000 and p: 0.001, respectively).
Conclusion: Frequency of getting education about pulse oximetry was determined low in health staff serving in pediatrics, also nurses were more succesfull in follow-up with pulse oximetry. It was concluded that all staff in pediatrics field must get standart and continuos education about pulse oximetry.

9.Maternal thyroid functions in pre-eclampsia
Ümit Naykı, Cenk Naykı, Paşa Uluğ, Gökalp Öner, Yusuf Yıldırım, Cüneyt Eftal Taner
doi: 10.5350/SEMB.20140421022111  Pages 308 - 311
Amaç: Çalışmamızda, preeklampsi ile tiroid hormonları arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada, serum tiroid stimule edici hormon (TSH), serbest triiodotironin (FT3) ve serbest tiroksin düzeyleri (FT4) 50 preeklamptik gebe ve 30 normotansif gebede doğumdan önce prospektif olarak ölçüldü. Her iki grup da 3. trimesterdeki gebelerden oluşmaktaydı. Gruplar tiroid hormonları ve obstetrik sonuçlar açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Serum TSH, FT3 ve FT4 düzeyleri açısından iki grup arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Ancak, doğum haftası ve doğum ağırlığı açısından her iki grup arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı. Normotansif kontroller ile karşılaştırıldığında, preeklamptik hastalar daha erken gebelik haftasında doğurdular ve bu grupta, yenidoğan doğum ağırlığı daha düşüktü. Diğer yandan, iki grupta da, tiroid fonksiyonları ve doğum ağırlığı arasında anlamlı korelasyon saptanmadı.
Sonuç: Bulgularımız, tiroid fonksiyonlarının preeklampside değişmediğini göstermektedir. Bu nedenle gebelikte tiroid hormonlarının preeklampsiyi ön görmede kadın doğum hekimlerine yardımcı olamayacağı kanısındayız.
Objective: In this study, we aimed to evaluate the relationship between pre-eclampsia and thyroid profile.
Material and Method: In this case control study, serum concentrations of thyroid-stimulating hormone (TSH), free triiodothyronine (FT3) and free thyroxine (FT4) were prospectively measured in fifty preeclamptic patients compared with thirty normotensive pregnant controls before labor. Both groups were composed of various pregnant females in the third trimester. Two groups were also compared with regard to obstetrical outcomes.
Results: Levels of TSH, FT3 and FT4 showed no significant difference between the pre-eclamptic group and normotensive controls. Regarding obstetrical outcomes; the difference was found to be significant for gestational age when studying labor and birth-weight between two groups. Preeclamptic patients delivered at earlier gestation and had lower infant birth-weights compared with normotensive controls. Also, we did not find any statistically significant correlation between thyroid function and birth-weight in both groups.
Conclusion: Our findings suggest that thyroid function does not change in pre-eclampsia. Therefore, the identification of thyroid hormone in pregnancy can not help obstetricians to predict the occurrence of pre-eclampsia.

10.Psychopathology, addiction severity and temperament character traits in smoking cessation
Selime Çelik, Uğur Kolat, Birim Sungu Danışmant, Rabia Önem, Bahadır Bakım, Oğuz Karamustafalıoğlu, Ömer Akil Özer, Can Sait Sevindik, Mehmet Diyaddin Güleken, Efruz Pirdoğan
doi: 10.5350/SEMB.20140415023800  Pages 312 - 321
Amaç: Çalışmamızda sigara bırakma polikliniğine başvuran erişkin sigara bağımlılarıyla benzer sosyodemografik özelliklere sahip sigara içmeyen kontrol grubunun mizaç karakter özellikleri ve genel psikopatoloji düzeyleri karşılaştırılarak, sigara bırakma ile genel psikopatoloji ve bağımlılık düzeyi arasındaki ilişkiyi araştırmak amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Sigara bırakma polikliniğine başvuran 18-65 yaş arası, DSM-IV tanı ölçütlerine göre nikotin bağımlılığı tanısı alan ardışık 68 hasta çalışmaya alınmıştır. Katılımcılara sosyodemografik özellikleri ve sigara kullanımlarıyla ilişkili bilgileri edinmek için oluşturduğumuz yarı yapılandırılmış form, Fagerstörm nikotin bağımlılık testi, semptom kontrol listesi ölçeği (SCL-90 R), Hamilton Depresyon (HAM-D), Hamilton Anksiyete (HAM-A) ölçeği ve Cloninger Mizaç Karakter ölçeği uygulandı. Veriler SPSS 17.00 programında değerlendirilmiştir. Hastalar altı ay sonra telefonla aranarak sigara kullanıp kullanmadıkları öğrenilmiştir. Bırakma durumlarına göre mizaç karakter özellikleri, genel psikopatoloji ve bağımlılık düzeyleri değerlendirilmiştir.
Bulgular: Sigara kullanan grupta SCL somatizasyon, SCL depresyon, SCL anksiyete, SCL öfke düşmanlık, SCL ek skala, SCL fobi ve SCL genel değerlendirme puanları anlamlı olarak daha yüksekti. Toplam NS (Yenilik arayışı), toplam HA (Zarardan kaçınma) sigara içen grupta; toplam S (Kendi kendini yönetme), P (Sebat etme), C (İş birliği yapma) puanları kontrol grubunda daha yüksekti. ST (Kendini aşma) ve RD (Ödül bağımlılığı) açısından gruplar benzerdi. Hafif ve ağır bağımlılar mizaç ve karakter özellikleri açısından benzerdi. Sigarayı bırakan ve bırakamayan grupta psikopatoloji açısından bir fark yoktu. Sigara bırakma durumu ile bağımlılık düzeyi arasında bir ilişki yoktu.
Sonuç: Sigara bırakma tedavisi için başvuran bağımlıların ayrıntılı psikiyatrik değerlendirilmelerinin yapılması, mizaç ve karakter özelliklerinin de göz önünde bulundurularak kişiye özel tedavi planının yapılması gereklidir.
Objective: In our study temperaments,characters and general psychopathology of adults applied to smoking quitting outpatient clinics and nonsmoking control group were compared; relation between quitting and general psychopathology, severity of addiction was aimed to be determined.
Material and Method: 68 adults between 18-65 of age diagnosed as Nicotine Dependent according to DSMIV criteria who applied to smoking outpatient clinics for quitting smoking were taken to the study. Social demographic form, a semistructrured form formed by researchers to get information related to cigarette smoking, Fagerstorm nicotine dependence test, symptom control list (SCL-90R), Hamilton Depression Scale (HAM-D), Hamilton Anxiety Scale (HAM-A) and Temperament and Character Inventory were given to the study group. Data was analyzed with SPSS 17.00. 6 months later patients were called to assess whether they were smoking or not. Temperaments, characters, general psychopathology and severity of addiction of quitting and nonquitting group were determined.
Results: In smoking group SCL (Somatization), SCL (Depression), SCL (Anxiety), SCL (Hostility), SCL (Additional items), SCL (Phobia) and SCL general assessment scores were significantly high. Total NS (Novelty seeking), total HA (Harm Avoidance) scores of smoking group, total S (Self Directedness), total P (Persistence), total C (Cooperativeness) scores of control group were significantly high. ST (Self Transcendence) and RD (Reward dependence) scores were similiar between groups. Severe and mild nicotine addicts were similiar in terms of temperament and character traits. There was no significant difference between smoking quitting and nonquitting groups in terms of psychopathology. There was no relation between quitting and severity of addiction.
Conclusion: Detailed psychiatric assessments of nicotine addicts who apply for treatment should be done and personalized treatments should be planned according to their temperament and character traits.

CASE REPORT
11.Pamidronate treatment in patient developed hypercalcemia due to hypervitaminosis D
Ergül Sarı, Lida Bülbül, Meryem Benzer, Teoman Akçay, Neslihan Özkul Sağlam, Sami Hatipoğlu
doi: 10.5350/SEMB.20140715062539  Pages 322 - 324
Vitamin D takviyesi, çocukluk çağında rikets profilaksisi amacıyla yenidoğan döneminden itibaren verilmektedir. Bununla birlikte, aileler tarafından çocuklarının büyüme ve gelişmesi, erken diş çıkarması ya da vitamin takviyesi nedeniyle veya hekimler tarafından rikets laboratuvar bulgularının iyi değerlendirilmeden tedavi amaçlı olarak yüksek doz D vitamini verilmesi sonucunda D vitamini intoksikasyonları ve buna bağlı hiperkalsemi olguları saptanmaktadır. Bu yazıda, bir kez D vitamini ampül kullanımı sonrası hiperkalsemi ve evre 2 nefrokalsinozis gelişen beş aylık kız olgu, tedavide pamidronat kullanımının etkinliğinin vurgulanması amacıyla sunulmuştur.
Vitamin D supplementation in childhood in order to rickets prophylaxis is given from the neonatal period. However, inappropriate vitamin D supplementation may be administered by families for children’s growth and development and early teething or may be given high dose vitamin D for the treatment by physicians due to incorrect assessment of rickets laboratory findings. For these reasons, vitamin D intoxication related hypercalcemia in some cases determined. This article are presented for emphasize the efficacy of pamidronate treatment in vitamin D intoxication developed five month old girl after use of vitamin D once ampoules, developing hypercalcemia and nephrocalcinosis stage 2.

12.Spontaneous regression of testicular germ cell tumours: a case report
Ayşe Nur İhvan, Cumhur Selçuk Topal, Muzaffer İlkay Tosun, Resul Sobay, Ahmet Bindayı, Gözde Kır, Meryem Doğan, Billur Coşan
doi: 10.5350/SEMB.20140524021003  Pages 325 - 327
Amaç: Primer testiküler tümörlerin önemli bir kısmını germ hücreli tümörler oluşturur. Testiküler germ hücreli tümörler, en çok spontan regresyon gösteren insan neoplazmları arasındadır.
Olgu: 22 yaşında erkek hasta olup, testise vuran sol yan ağrısı ve son 1 ayda 10 kilograma varan kilo kaybı şikayeti ile hastanemize başvurdu. Yapılan tetkiklerinde retroperitoneal bölgede 8-12 cm çapında kitle ve sol testisin posterosüperiorunda 2 cm çaplı kitle tespit edildi. Sol radikal orşiektomi uygulanan hastanın makroskopik ve mikroskopik incelemesinde rezidü teratomatöz komponentin eşlik ettiği skar nodülü saptanmış ve “spontan regresyon gösteren germ hücreli tümör” tanısı almıştır.
Sonuç: Testiküler germ hücreli tümörlerin spontan regresyonu iyi tanımlanmış bir fenomen olup, makroskopide belirgin skar dokusu mevcuttur. Tümör regresyonuna ait skar dokusunun karakteristik histomorfolojik özelliklerinin farkındalığı, nonspesifik skarlardan ayırımı için önemlidir.
Objective: A significant number of primary testicular tumors are germ cell tumors. Testicular germ cell tumors are one of the most common human neoplasms to undergo spontaneous regression.
Case: a 22 year-old male patient, who had left-side testicular pain and up to 10 kilograms weight loss in a month. In the screening, retroperitoneal mass in the region of 8-12 cm in diameter and 2 cm solid mass in posterosuperior of the left testis. The patient who underwent left radical orchiectomy, teratomatous components of the macroscopic and microscopic examination accompanied by residual scar nodules detected and “showing spontaneous regression of germ cell tumor” was diagnosed.
Conclusion: Spontaneous regression of testicular germ cell tumors is a well-recognized phenomenon, significant scar tissue is present in macroscopy. Histomorphological characteristics of tumor regression properties of scar tissue awareness, it is important to distinguish from nonspecific scar.

13.Diffuse large B-cell lymphoma manifesting as a breast mass
Özben Yalçın, Canan Tanık, Fatih Mert Doğukan, Fevziye Kabukçuoğlu, Emre Bozdağ, Serpil Yanık
doi: 10.5350/SEMB.20140516011935  Pages 328 - 331
Amaç: Memede lenfoma nadir görülmekte olup sistemik lenfoma olgularının meme tutulumu veya memenin primer lezyonu olarak ortaya çıkabilir. Metastatik meme lenfomalarının en sık görülen alt tipi diffüz büyük B hücreli lenfomadır. Metastatik meme lenfomaları daha sık görülmekle birlikte tedaviye cevabı primer meme lenfomalarından daha iyidir. Çalışmanın amacı meme kitlelerinin ayırıcı tanısında lenfomanın yerini tartışmaktır.
Olgu: Çalışmamızda memede kitle olarak ortaya çıkan diffüz büyük B hücreli lenfoma olgusu klinik ve patolojik bulgular eşliğinde sunulmuştur.
Sonuç: Diffüz büyük B-hücreli lenfoma meme kitlelerine tanısal yaklaşımda göz önünde bulundurulmalıdır.
Objective: The breast is an uncommon site of lymphoma, which may occur as either secondary involvement of systemic lymphoma or a primary lesion. The most common subtype of metastatic breast lymphoma is diffuse large B cell lymphoma. While secondary forms are more common, they have a better prognosis than primary lesions. The main objective is to discuss the importance of lymphoma in the differential diagnosis of breast mass lesions.
Case: In this report, the clinical and histopathological findings of diffuse large B cell lymphoma manifesting as a breast mass are presented.
Conclusion: Diffuse large B-cell lymphoma should be considered during the diagnostic approach to breast masses.

14.The nephrotic syndrome with secondary syphilis
Banu Böyük, Murat Altay, Hande Atalay, Şerife Değirmencioğlu, Aslan Çelebi, İsmail Ekizoğlu, Nejat Bozkurtgil
doi: 10.5350/SEMB.20140525115437  Pages 332 - 334
Sifiliz, T. pallidum adı verilen spiroket etkenli cinsel yolla bulaşan bir hastalıktır. Gösterdiği klinik tablolara bağlı olarak ‘büyük simülatör’ olarak da tanınmaktadır. Sifiliz ve renal hastalıklar arasındaki ilişki yüzyıldan uzun bir süredir bilinmektedir. Proteinüri en yaygın görülen klinik göstergedir. Sifilizle ilişkili olarak membranöz glomerülonefrit, hızlı ilerleyen glomerülonefrit, ekstrakapiller oluşumlu ya da oluşumsuz diffüz endokapiller glomerülonefrit ve minimal değişim glomerülonefrit tanımlanmıştır. Kesin tanı böbrek biyopsisiyle konulmaktadır. VDRL ve TPHA pozitif olup nefrotik sendromla başvuran ve yapılan böbrek biyopsisinde evre 1 membranöz glomerülopati saptanan bir olgu sunuyoruz.
Syphilis is a sexually transmitted disease which is caused by a spirochete called T. pallidum. It is known as ‘the great simulator’, owing to its range of clinical presentations. The relationship between syphilis and renal disease has been recognized for more than 100 years. Proteinuria is the most common clinical manifestation. Membranous glomerulonephritis, rapidly progressive glomerulonephritis, diffuse endocapillary glomerulonephritis with or without extracapillary formation or minimal change glomerulonephritis have been described in association with syphilis. The definitive diagnosis is confirmed by renal biopsy. We report a VDRL and TPHA positive patient who presented with nephrotic syndrome whose renal biopsy demonstrated stage one membraneous glomerulopathy.

LookUs & Online Makale