ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 47 (4)
Volume: 47  Issue: 4 - 2013
REVIEW ARTICLE
1.Gynecological problems of adolescents and their effects on reproductive health
Dilek Bilgiç Çelik Bilgiç Çelik, Gülseren Dağlar, Gülbahtiyar Demirel
doi: 10.5350/SEMB2013470401  Pages 157 - 166
Adolesanlar kendilerine sıkıntı veren fiziksel ve emosyonel değişimler yaşayabilirler özellikle de üreme sağlığını ve sosyal yaşamını etkileyebilen jinekolojik sorunlar yaşadıklarında yaşanan değişimler içe kapanıklık ve güvensizlik yaratabilir. Adolesan jinekolojisi alanındaki gelişmeler bu nüfusun bakıma gereksinimi olduğunu ve özel uzmanlık gerektirdiğini vurgular. Adolesanların üreme sağlığı ciddi bir endişe konusu olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Bu nedenle adolesanlar koruyucu sağlık bakımı hizmetleri yönünden önemli bir hedefdir. Adolesanlara ilişkin üreme sağlığı sonuçları, cinsel ilişkinin zamanlaması, cinsel aktivite sıklığı, cinsel partner sayısı, isteğe bağlı olmayan cinsel ilişki, kontrasepsiyon kullanımı, cinsel yolla bulaşan enfeksiyon kapma, gebelik ve doğumla ilişkilidir. Ayrıca adolesanlar disfonksiyonel uterin kanama, polikistik over sendromu, amenore, mülleriyan anomaliler ve jinekolojik kanserler gibi jinekolojik sorunlar yaşayabilirler. Jinekolojik sorunlar adolesanların üreme sağlığını olumsuz yönde etkileyebilir. Erken teşhis ve uygun tedavi bu popülasyonun gelecekteki üreme sağlığı sonuçlarını geliştirebilir. Tıbbi bakım verenin tarzı, kişiliği ve tutumu adolesanların tıbbi bakımında özellikle önemlidir. İlk pelvik muayene adolesanın yaşamının ileriki döneminde üreme sağlığı bakımına ilişkin tutumunu etkileyebilmesi açısından son derece önemlidir. Öykü, fizik muayene ve pelvik muayene aşamalarında adolesanın gelişim evrelerine göre dikkatli ve anlayışlı bir yaklaşım uygulanmalıdır. Adolesanların endişelerine ve gereksinimlerine duyarlı bir yaklaşım, olumlu ve eğitici bir deneyim yaratmada adolesana yardımcı olabilir. Adolesanda görülen jinekolojik sorunların ve üreme sağlğı üzerine etkilerinin yeterince ele alınmaması ileride adolesanın yaşamında önemli sorunlara özellikle fertilite isteğinde sorunlara yol açabilir. Gelecekteki üreme sağlığı sonuçları açısından adolesanlarda jinekolojik sorunlar dikkatle ele alınmalı ve jinekolojik muayene yapılırken duyarlı bir yaklaşım sergilenmelidir. Bu derlemede adolesanda görülen jinekolojik
sorunlar, pelvik muayene yaklaşımı, jinekolojik sorunların üreme sağlığı üzerine etkileri ve bu kadınlarda gelecekteki fertiliteye ilişkin bilinmesi gerekenler tartışılmıştır
Adolescents may experience their distressing physical and emotional changes-especially reproductive health turer and gynecological problems that can affect the social life they live and the changes experienced withdrawal may create insecurity. Developments in the field of adolescent gynecology emphasizes that this population needs special care and expertise. Adolescent reproductive health has been the subject of serious concern and continues to be. Therefore, adolescents in terms of preventive health care services is an important aim. Reproductive health outcomes related to adolescents include the timing of sexual intercourse, frequency of sexual activity, number of sexual partners, use of contraception, sexually transmitted infections, pregnancy and birth. In addition, adolescents can have gynecological problems such as dysfunctional uterine bleeding, polycystic ovary syndrome, amenorrhea, polycystic ovary syndrome and gynecological cancers and mullerian anomalies. Gynecological problems can adversely affect the reproductive health of adolescents. Early diagnosis and appropriate treatment in this population may improve the results of future reproductive health. Medical care giver‘s style, personality and attitudes are particularly important in medical care of adolescents. The first pelvic examination of adolescent can influence later period of life because attitudes related to reproductive health care is extremely important. Common gynecologic problems in adolescents and reproductive health can be adequately dealt with the effects on the lives of adolescents to significant problems in the future, especially request can lead to fertility problems. Adolescent reproductive health in terms of future can be concluded that gynecologic problems should be handled with care and sensitive approach should be displayed.

ORIGINAL RESEARCH
2.The comparison of ecocardiography and cardiac magnetic resonance imaging findings in the evalulation comparison of left ventricule function
Ayşe Sanem Fıratlıgil, Sevil Baş, Muzaffer Başak
doi: 10.5350/SEMB2013470402  Pages 161 - 176
Amaç: Kalp yetersizliğinde prognozun ve tedavi seçeneklerinin belirlenmesi ayrıca tedaviye cevabın değerlendirilmesi için ventrikül hacim ve fonksiyonlarının doğru biçimde ölçülmesi oldukça önemlidir. Son yıllarda ekokardiyografinin yetersiz kaldığı durumlarda kardiyak manyetik rezonans görüntüleme (MRG) sol ventrikül fonksiyonlarının gösterilmesinde üstünlük sağlamıştır. Bu çalışmada kardiyak MRG ile ekokardiyografi karşılaştırılarak sol ventrikül fonksiyonlarının değerlendirilmesinde bu iki tetkikin uyumu ve kardiyak MRG’nin klinik yararlılığı araştırılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda sol ventrikül fonksiyon bozukluğu saptanan ekokardiyografik incelemeleri yapılmış 49 hastaya kardiyak MRG görüntülemesi yapıldı. Horizontal ve vertikal uzun aks referans görüntüler elde edildikten sonra duvar hareketlerini değerlendirmek ve ventriküler volümetrik değerleri hesaplamak için apeks ve mitral kapak arasında tüm sol ventrikülün kısa aks sine görüntülenmesi yapıldı. Ayrıca tüm olgularda apeksi değerlendirmek açısından 4 odacıklı görüntüleme yapıldı. Hastaların MRG’de elde edilen sol ventrikül enddiastolik volüm (EDV), endsistolik volüm (ESV), stroke volüm (SV), kardiak output (CO), ejeksiyon fraksiyonu (EF) ve sol ventrikül miyokard kas kitlesi (LVM) değerleri, ekokardiyografik olarak saptanan değerler ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Kardiyak MRG’de EDV minimum 30, maksimum 357 (ort. 126.96±58.22) ml; ESV minimum 29, maksimum 288 (ort. 71.39±54.59) ml ölçüldü. Ekokardiografide saptanan EDV değerleri minimum 51, maksimum 281 (ort. 126.18±50.85)ml; ESV değerleri ise; minimum 13, maksimum 227 (ort. 64.2±42.04)ml ölçüldü. MRG ve EKO ile ölçülen EDV ve ESV değerlerinin korele olduğu, istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığı görüldü (p=0.0001; p=0.0001 sırasıyla). SV değerleri MRG ile minimum 13, maksimum 101 (ort. 57.06±16.29)ml; EKO ile minimum 22, maksimum 108 (ort. 61.39±14.3)ml ölçüldü. CO değerleri MRG ile minimum 1.6, maksimum 7.0 (ort. 4.63±1.34) ölçüldü. EKO ile saptanan CO değerleri ise minimum 2.5, maksimum 10.6 (ort. 5.02±1,6)dır. EF MRG ile minimum %16, maksimum %69 (ortalama %50±12.14); EKO ile minimum %30, maksimum %68 (ortalama %55±10.66) olarak ölçüldü. SV, CO ve EF değerleri karşılastırıldağında istatistiksel olarak pozitif yönde anlamlı uyum gözlenmiştir (p=0.005; p=0.002 sırasıyla). Sol ventrikül kitlesi (LVM) MRG’de minimum 53, maksimum 219 (ort. 104.53±33,4)gr; EKO’da ise minimum 69, maksimum 384 (ort. 172.31±76.38) gr olarak ölçüldü. Ekokardiyografik sol ventrikül kitlesi ölçümleri, kardiyak MRG ölçümlerinden anlamlı derecede yüksek bulunmuş olup istatistiksel olarak anlamlı uyum gözlenmemiştir.
Sonuç: Bu değerlerin sonucuna göre sol ventrikül fonksiyonlarının değerlendirilmesinde teknik dezavantajlarından dolayı ekokardiyografinin yetersiz kaldığı olgularda objektif ve doğru sonuçlar veren kardiyak MRG yöntemi tercih edilmelidir
Objective: In heart failure, effective evaluation of ventricular volumes and cardiac functions in the determination of prognosis and treatment options and response to treatment ptorocol is very important. In recent years, cardiac magnetic resonance imaging (MRI) is reported as superior to echocardiography in cases where echocardigraphy results are insufficient to display of left ventricular function. In this study, comparative analysis of cardiac MRI and echocardiography was performed to evaluate the left ventricular function.
Material and Methods: Our study included 49 patients who have heart failure or might have and also these patients were examined with ecocardiography before having cardiac MRI images. In our protocol, we have visualized the reference images in vertical and horizontal axes and then for determining the motion of the left ventricule wall and ejection fraction and volumetric changes of ventricles we have imaged all short axis of the left ventricule which wasperpendicular to the horizontal and vertical axes of the reference images, between apex and the mitral valves. Also, we have imaged all chambers for evaluating the apex. The patient’s parameters of MRI that included left ventricle end diastolic volume (EDV), end-sistolic volume (ESV), stoke volume (SV), cardiac output(CO), ejection fraction (EF) and left ventricle muscle mass were compared with those were recorded in ecocardiography.
Results: In cardiac MRI, EDV were recorded min. 30, max. 357 ml (mean 126.96±58.22), ESV were recorded as min. 29, max. 288 ml (mean 71.39±54.59) where as they were recorded min 51, max 281 ml (mean 126.18±50.85); min 13, max 227 ml (mean 64.2±42.04) respectively, in ecocardiography. These values were correlated both in MRI and ecocardiography and were tatistically significant (p=0.0001; p=0.0001, respectively). SV were recorded min 13, max 101 ml (mean. 57.06±16.29) in MRI and were recorded min 22, max 108 ml (mean 61.39±14.3) in ecocardiography. CO were recorded min 1.6, max 7.0 (mean 4.63±1.34) in MRI and were recorded min 2.5, max 10.6 (mean 5.02±1,6) in ecocardiography. EF were min 16%, max 69% (mean 50%±12.14) in MRI and were 30%, max 68% (mean 55%±10.66) in ecocardiography. The recordings of SV, CO and EF were correlated both in MRI and in ecocardiography and they were also statistically significant (p=0.005; p=0.002 respectively). Left ventricle muscle mass (LVM) were min 53, max 219 (mean 104.53±33,4)gr in MRI; min 69, max 384 (mean 172.31±76.38) gr in ecocardiography. These values were not correlated with MRI and ecocardiography and they were not statistically significant.
Conclusion: Our study results suggested that cardiac MRI cam be an alternative way in evaluating the cases that
ecocardiography became inefficient cause of the acoustic window problems and the cases that were diagnosed
exactly

3.Correlation between fine needle aspiration biopsy and histological finding of parotid masses
Hüseyin Günizi, Kenan Güney
doi: 10.5350/SEMB2013470403  Pages 177 - 180
Amaç: Ultrason eşliğinde ince iğne aspirasyon biyopsisinin (İİAB), parotis bezi hastalıklarında benignmalign ayırımındaki tanısal değeri ve doğruluğunu belirlemek.
Yöntem: 2003-2009 yılları arasında, parotiste kitle nedeniyle başvuran ve cerrahi tedavi öncesi ultrason eşliğinde İİAB yapılan 66 parotiste kitle vakasının histopatolojik sonuçları retrospektif olarak incelendi. İİAB’nin tanısal bir test olarak spesifite, sensivite değerleri hesaplandı.
Bulgular: Hastaların 38 tanesi (%58) erkek, 28 tanesi (%42) kadın olup yaş ortalaması 48 (18-81) idi. İİAB sonucu 54 hastada benign, 12 hastada malign idi. Hiç nondiagnostik olarak belirtilen İİAB sonucumuz yoktu. Postoperatif patolojide 66 hastanın 55’inde (%83) benign, 11’inde (%17) malign rapor edildi. Çalışmamızda yapılan İİAB’nin sensivite değeri, spesifite değeri, pozitif ve negatif prediktif değeri sırasıyla %64, %91, %58 ve %93 olarak hesaplanmıştır.
Sonuç: Ultrason eşliğinde İİAB, preoperatif parotis kitlelerinin değerlendirilmesinde güvenilir bir yöntemdir.
Objectives: We aimed to determine the value and accuracy of ultrasound guided fine needle aspiration bipsy (FNAB) in diagnosis of parotid masses.
Material and Methods: Data from patients who were operated for parotid masses at our clinic and on who underwent preoperative ultrasound guided FNAB was analyzed retrspectively between 2003-2009. Fine-needle aspiration biopsy as a diagnostic test specificity, sensitivity values were calculated.
Results: Thirty-eight of the patients (%58) were male and 28 (%42) were female with a mean age of 48 (18-81). FNAB was benign at 54 patients and malign at 12 patients. We did not have any nondiagnostic values. Fifty-five of the 66 patients (%83) were reported as benign and 11 of the patients (%17) were reported as malign at postoperatif postoperative pathological examination. The sensitivity, specificity,positive predictive and negative predictive rates were %64, %91, %58, %93.
Conclusion: Ultrasound guided FNAB is a reliable method of preoperatively assessing parotid masses

4.Comparison of the first trimester screening test parameters according to the amniocentesis results
Ali Bahadırlı, Naile Inci Davas
doi: 10.5350/SEMB2013470404  Pages 181 - 186
Amaç: Prenatal tarama amacıyla yapılan birinci trimester tarama testindeki maternal serum biyokimyasal belirteçlerin ve ense saydamlığı (NT) ölçümünün fetal kromozomal anomali tespitine katkılarını değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: İstanbul Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2. Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinde Ocak 2007 - Ocak 2009 aralığında 1. Trimester tarama testinde kromozom anomali riski yüksek olan 69 olguya prenatal tanı amaçlı yapılan amniyosentezlerin sonuçları geriye dönük olarak incelenmiş ve yorumlanmıştır. NT bulguları, 1. Trimester tarama testi sonuçlarındaki gebelik ilişkili plazma proteini A (PAPP-A) ve serbest ß-hCG (fß-hCG) değerleri, yaş riski, biyokimyasal risk ve kombine risk oranları gibi parametrelerin kromozom anomalisi saptama oranları amniyosentez sonuçlarına göre karşılaştırıldı.
Bulgular: Yapılan amniyosentez sonuçlarına göre 69 hastadan 3’ünde (%4,2) anormal kromozomal patern saptandı. (%1,4 Trizomi 21, %1,4 15p delesyon, %1,4 INV 9-P11Q13) Anormal olan 3 olgunun tamamında NT≥3mm olarak değerlendirilmiştir. NT kalınlık artışı ve kombine risk artışı ile amniyosentez sonucunda anormal kromozomal patern saptanması arasında ileri düzeyde anlamlı bir ilişki bulundu (p<0,01). 10 olguda PAPP-A ve fß-hCG değerlerinin her ikisi açısından da risk saptanmış olup bu olguların tümünde fetal karyotip normal olarak gelmiştir.
Sonuç: 1.Trimester tarama testinde NT kalınlığı artışının ve bununla bağlantılı olarak artan kombine risk oranının kromozom anomalilerini belirlemede testteki diğer parametrelere göre daha önemli olduğu gözlendi.
Objective: We aimed to evaluate the contribution of first trimester screening maternal serum biochemical markers and nuchal translucency assessment in fetal chromosomal abnormality detection
Material and Methods: The data of 69 patients who had high risk for chromosomal abnormality in 1. trimester screening test and was performed genetic amniocentesis (AC) for prenatal diagnosis in İstanbul Şişli Etfal Training and Research Hospital second clinic of Obstetrics and Gynecology Department between January 2007 and January 2009 was retrospectively evaluated. Nuchal translucency (NT) results, pregnancy-associated plasma protein-A (PAPP-A) ve free ß-hCG (fß-hCG), age risk, biochemical risk and combined risk results gathered from 1. trimester screening test were compared for their chromosomal abnormality determining rates.
Results: 3 (4,2%) of 69 amniocentesis results were abnormal for chromosomal pattern. (1,4% Trizomi 21, 1,4% 15p delesyon, 1,4% INV 9-P11Q13) We found NT≥3 mm in all cases of chromosomal aberration. The increases in NT thickness and combined risk parameters were found to be highly statistically significant in detecting chromosomal abnormalities according to the amniocentesis results (p<0,01). Although we determined risk in PAPP-A and fß-hCG levels of 10 cases, none of them had abnormal karyotype.
Conclusion: The increases of NT thickness and combined risk in 1. trimester screening test observed as more important parameters than the other parameters of the test for determining chromosomal abnormalities.

5.Non-HDL cholesterol, total cholesterol/HDL cholesterol and LDL-cholesterol levels in patients with acute ischemic stroke
Nihal Boğdaycıoğlu, Müjgan Ercan, Sema Uysal, Semra Mungan Öztürk, Fatma Meriç Yılmaz
doi: 10.5350/SEMB2013470405  Pages 187 - 192
Giriş ve Amaç: İskemik inme, vasküler hasara bağlı olarak beynin belirli bir bölgesine serebral kan akımının azalması ile birlikte akut gelişen nörolojik bozukluk olarak tanımlanmaktadır. İskemik inme önemli bir morbidite ve mortalite nedeni olup ölüm nedenleri arasında 3.sırada yer almaktadır. Tüm inmelerin yaklaşık %80’i iskemik nedenlere bağlıdır. İskemik inmelerin en sık nedeni ise aterosklerotik plak rüptürü veya plak üzerine trombüs eklenmesidir. Ateroskleroz, ilk oluşum evrelerinden itibaren kan lipid düzeyi ile ilişkili bir süreçtir. Biz çalışmamızda akut iskemik inmeli hastalarda non-HDL, Total Kolesterol, HDL Kolesterol ve LDLKolesterol düzeylerini incelemeyi hedefledik.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya Aralık 2009 - Mayıs 2010 tarihleri arasında Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji Servisine ilk 24 saatlik akut dönemde başvuran ve akut iskemik inme tanısı alan 52 olgu ile 42 sağlıklı birey katıldı. Hasta ve kontrol grubunun total kolesterol, trigliserit ve HDL kolesterol düzeyleri DXC-800 otoanalizöründe (Beckman-Coulter, ABD) ölçüldü. LDL kolesterol, Total kolesterol/HDL kolesterol ve non-HDL kolesterol düzeyleri ise formüllerle hesaplandı.
Bulgular: Hasta grubunda kontrol grubuna göre HDL-K seviyeleri anlamlı olarak düşük (p=0.009) iken, trigliserit ve total kolesterol/HDL seviyeleri ise anlamlı olarak yüksekti (p=0.013,p=0.018). Total kolesterol, LDL ve non-HDL kolesterol seviyelerinde gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. Non-HDL kolesterol düzeyi ile trigliserit, total kolesterol ve LDL kolesterol arasında anlamlı korelasyon bulunurken (sırasıyla r=0.468, r=0.964, r=0.851) (sırasıyla p<0.001, p<0.001, p<0.001), HDL kolesterol ile anlamlı korelasyon yoktu.
Sonuç: Akut iskemik inmede önemli risk faktörü olan aterosklerozun patogenezinde rol oynayan dislipidemik süreçte, total kolesterol, non-HDL kolesterol ve LDL kolesterol düzeyleri açısından anlamlı bir farklılık bulunmadığı fakat trigliserit ve total kolesterol/HDL kolesterol ve HDL kolesterol düzeyinin anlamlı bir farklılık bulunduğu sonucuna varılmıştır.
Objective: Ischemic stroke is defined as acute neurological disorder according to cerebral vascular damage and reduced blood flow to a particular region of the brain. Ischemic stroke is a major cause of morbidity and mortality and placed 3rd among the causes of death. About 80% of all strokes depend on ischemic cause. Atherosclerotic plaque rupture or addition of a thrombus on plaque is the most common cause of ischemic stroke. Atherosclerosis is associated with the level of blood lipids from the first stages of the formation process. In our study, we aimed to investigate non-HDL, total cholesterol / HDL-cholesterol and LDL-cholesterol levels in patients with acute ischemic stroke.
Methods: This study was performed in 52 patients who were admitted at Ankara Numune Hospital for Education and Investigation, Division of Neurology between December 2009- May 2010 with a diagnosis of acute ischemic stroke in the first 24 hours and 48 healthy individuals matched for age and gender, who was admitted at the hospital during the same period. Total cholesterol, triglycerides and HDL cholesterol levels were measured by DXC 800 autoanalyzer (Beckmann-Coulter, USA). LDL cholesterol, total cholesterol / HDL-cholesterol and non-HDL cholesterol levels were calculated according to the formulas.
Results: Patient group had significantly lower HDL-C levels than the control group (p=0.009), whereas the triglyceride and total cholesterol / HDL-C levels were significantly higher (p=0.013, p=0.018). Total cholesterol, LDL cholesterol and non-HDL cholesterol levels did not differ significantly between groups. There were significant correlations between non-HDL-cholesterol levels and triglycerides, total cholesterol, LDL cholesterol (respectively r=0.468, r=0.964, r=0.851) (respectively p<0.001, p<0.001, p<0.001), and there was not a statistically significant correlation between non –HDL -cholesterol and HDL cholesterol.
Conclusion: Dyslipidemia process plays a role in the pathogenesis of atherosclerosis which is an important risk factor for acute ischemic stroke. In our study, in terms of total cholesterol, non-HDL cholesterol and LDL cholesterol levels, there was not a significant difference but triglyceride, total cholesterol / HDL-cholesterol and HDL cholesterol levels were found to be significantly different.

6.Can allergic distant relatives and home environment cause recurrent episodes of wheezing?
Abdulkadir Bozaykut, Rabia Gönül Sezer, Ahu Paketçi, Cem Paketçi
doi: 10.5350/SEMB2013470406  Pages 193 - 197
Amaç: Akut bronşiyolit, en sık 2 yaşından küçük çocuklarda görülen, daha çok viral etkenlerin neden olduğu bronşiyollerin obstrüksiyonu ile karakterize akut alt solunum yolu hastalığıdır. Atopi ve diğer genetik faktörler de virüsün uyardığı hışıltı gelişiminde hazırlayıcı bir rol oynayabilir. Bu çalışmada, hışıltı atakları ile anne, baba, kardeşler haricindeki uzak akrabalarda atopi ve astım hikayesi, evde toz ve/veya rutubet bulunması arasındaki ilişkiyi araştırdık.
Yöntem: Bu çalışma Haziran 2009 ile Haziran 2011 tarihleri arasında, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği’ne başvurup ilk atak bronşiyolit tanısı alan hastalarda prospektif olarak yapıldı. Her hastanın yaşı, cinsiyeti, anne, baba, kardeş dışı ailede atopi, astım öyküsü, evde tozlu rutubetli ortam maruziyeti sorgulandı.
Bulgular: Çalışmaya 1-24 ay arası ilk atak akut bronşiyolit tanısı alan toplam 500 infant dahil edildi. Hastaların %20,2’sinin (n=101) ailesinde (anne, baba, kardeş dışı) atopi, astım mevcuttu. Hane özellikleri incelendiğinde %27’sinde (n=135) tozlu rutubetli ortam bulundu. İnfantların 3 ve üzeri tekrarlayan hışıltı atağı geçirme oranlarına bakıldığında, tozlu rutubetli ortamda yaşayan hastaların %92.6’sının, tozlu-rutubetli ortamda yaşamayan hastaların %65.2’sinin 3 ve üzeri atak geçirdiği tespit edildi. Anne, baba, kardeş dışı atopi öyküsü olan infantların %91.1’inde tekrarlayan hışıltı atağı görülürken, olmayan infantların %67.9’unda görüldü.
Sonuç: Biz çalışmamızda, anne, baba ve kardeş dışı aile bireylerinde astım ve/veya atopi öyküsü bulunması ile tekrarlayan hışıltı atakları arasında anlamlı ilişki saptadık. Tozlu ve/veya rutubetli ortam maruziyeti de tekrarlayan hışıltı atakları için önemli bir risk faktörüdür.
Objective: Acute bronchiolitis is a lower respiratory tract infection of children under 2 years of age, characterized by bronchial obstruction. Atopy and genetic factors can play a predisposing role in the development of virus-related wheezing. In this study, we evaluated the relationship between recurrent wheezing attacks and the presence of atopy/asthma in relatives other than father, mother, siblings, and the presence of dust and/or moisture in the house.
Methods: This study was performed prospectively with infants diagnosed as first attack bronchiolitis from the outpatient clinics from 2009 to 2011. Each patients’ age, sex, the presence of atopy/asthma in relatives other than father, mother, siblings, and the presence of dust and/or moisture in the house was evaluated.
Results: The study included 500 infants aged between 1-24 months. Atopy and/or asthma was present in 20,2% (n=101) of relatives other than father, mother and siblings. Dust and/or moisture was present in 27% (n=135) of houses. When we compared the characteristics of infants, 92.6% of infant living in dust/moisture in the house, 65.2% of infants with no dust/moisture in the house, 91.1% of infants with family history of atopy/asthma in relatives other than mother, father, siblings, 67.9% with no family history had ≥3 episodes of wheezing.
Conclusion: In this study we found a significant relationship between recurrent episodes of wheezing and the presence of atopy/asthma in relatives other than father, mother, siblings. Presence of dust and/or moisture in the house is also a risk factor for recurrent episodes of wheezing.

7.Iron accumulation in the deep gray matter of patients with multiple sclerosis: A study with gradient echo magnetic resonance imaging
Ülgen Yalaz Tekan, Feray Kıymaz Seleker, Ender Uysal, Zahide Mail Gürkan, Hulki Forta
doi: 10.5350/SEMB2013470407  Pages 198 - 203
Amaç: Radyolojik olarak görüntülenebilen beyin demir birikimi, multipl skleroz (MS) patogenezinde rol oynayabilmektedir. Bu çalışmada MS hastalarında derin gri cevher yapılarındaki demir içeriğinin kontrol grubu ile karşılaştırılması ve demir birikiminin dizabilite ile ilişkisinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya 24 MS hastası (ortalama [±SS] 37.17±8.6 yaş) ve hastalarla yaş bakımından benzer dağılım gösteren 10 kontrol (ortalama [±SS] 37.6±12.6 yaş) dahil edildi. MS hastalarının “Expanded disability status scale” (EDSS) skorları hesaplandı. Tüm bireyler için kranial manteik rezonans görüntüleme gradyan eko (GE) sekansında; kaudat nukleus, putamen, globus pallidus, talamus, substantia
nigra ve red nukleus yapılarına “regions-of-interest” (ROIs) uygulanarak sinyal yoğunluğu ölçüldü.
Bulgular: Derin gri cevher sinyal yoğunluğu, ölçüm yapılan tüm anatomik bölgeler için, MS hastalarında kontrol grubuna oranla düşük bulundu. Talamus (p<0.05) ve red nukleusta (p<0.01) bu farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu görüldü.
Sonuç: Elde edilen bulgular; MS hastalarında patolojik demir birikimini desteklemekte, GE sekansının bu yöndeki tespit ve izlem için uygun olduğunu düşündürmektedir.
Objective: Iron accumulation in brain which can be imaged radiologically may play a role in multiple sclerosis (MS) pathogenesis. This study’s aim is to compare iron content in the deep gray matter regions between MS patients and controls and to examine the relation of iron accumulation with disability.
Method: Twenty four MS patients (mean age [±SD] 37.17±8.6 years) and 10 control subjects (mean age [±SD] 37.6±12.6 years) were included in the study. The expanded disability status scale (EDSS) scores among MS patients were recorded. Signal intensities in the caudate nucleus, putamen, globus pallidus, thalamus, substantia nigra and red nucleus were measured for all individuals by placing regions of interests (ROIs) on cranial Gradient Echo (GE) magnetic resonance imaging sequence.
Results: Deep gray matter signal intensity was found lower in MS patients compared to the control group for all anatomic regions that measured. It was seen that this difference reached statistically significant levels for the thalamus (p<0.05) and red nucleus (p<0.01).
Conclusion: Reports obtained from patients with MS purport pathological accumulation of iron and GE sequence can be a reliable method to define and monitor it.

8.Relationship between alcohol consumption and skin disorders. A cross sectional and controlled study
Seher Arı, Ilknur Kıvanç Altunay, Sibel Mercan
doi: 10.5350/SEMB2013470408  Pages 204 - 208
Amaç: Bazı deri hastalıkları artmış alkol tüketimi ile ilişkilidir. Amacımız farklı deri hastalıklarında alkol kullanımının artıp artmadığı ve bağımlılık düzeyine gelip gelmediğini sorgulamak ayrıca hastalık ile alkol tüketimi arasındaki ilişkiyi değerlendirmekti.
Yöntem: Psikiyatrik komorbiditesi olan ve psikodermatolojik hastalık tanısı alan 100 hasta (psöriazis, akne, kronik ürtiker, psikojenik pruritus, alopesi areata) ve kontrol grubu olarak psikiyatrik komorbiditesi olmayan psikodermatolojik hastalık dışında kronik dermatozu olan 60 hasta ve 74 sağlıklı birey çalışmaya alınarak, tüm katılımcılara sosyodemografik özellikleri, hastalık öyküsü, alkol kullanım süresi ve deri hastalığı-alkol kullanım ilişkisini sorgulamayı amaçlayan anket formu ve Michigan Alkolizm Tarama Testi (MATT) dolduruldu. Veriler istatistiksel olarak analiz edildi, p<0.05 anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Araştırmaya katılan 234 bireyin sadece 35’i (%14,9) günlük hayatında alkol kullanıyordu. Alkol kullanım oranı psikiyatrik komorbiditenin eşlik ettiği psikodermatolojik hastalık grubunda %18 (n: 18), kronik dermatozu olan hasta grubunda %8,3 (n: 5), normal popülasyonda ise %16,2 (n: 12) saptandı, aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0,236). Araştırmaya katılan gruplar arasında MATT puanı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık tespit edilmedi (p=0.075). Hastalık-alkol tüketimi arasındaki ilişki ise alkol kullanım oranın düşük olmasından dolayı değerlendirilemedi.
Sonuç olarak psikososyal morbidite ile ilişkili dermatolojik hastalığı olan hastalar, diğer kronik dermatozu olan hastalara ve sağlıklı bireylere oranla daha fazla alkol kullanmıyordu. Bununla birlikte farklı sosyokültürel etkiler nedeniyle daha belirleyici sonuçlar için geniş ölçekli ve çok merkezli çalışmalara gereksinim vardır.
Objective: Certain skin diseases have been associated with increased alcohol consumption. Our aim was to investigate whether alcohol use and addiction have any effect on dermatologic diseases and relationship between alcohol consumption and cutaneous disease.
Method: A total of 100 patients with psychiatric comorbidity and diagnosed with psychodermatologic disease (psoriasis, acne, chronic uticaria, psychogenic pruritus, alopecia areata), 60 patients with chronic dermatosis and 74 healthy subjects were enrolled to this study. They were given a questionnaire including sociodemographic characteristics, the history of the disease, the questions aimed to examine relationship between alcohol use and cutaneous disease, and Michigan Alcoholism Screening Test (MAST). All data were assessed statistically.
Results: The ratio of alcohol consumption in our study population was 14,9%. The prevalence percentages of alcohol usage in the group of psychodermatologic diseases, in the group of chronic diseases and normal population were 18%, 8,3% and 16,2% respectively. This difference between the groups was not significant statistically (p=0.236). In terms of MAST score, the difference between the groups was not significant statistically (p=0.075). However, the relationship between alcohol and skin disease could not been evaluated because of the rate of alcohol use was low.
Conclusion: Patients with dermatologic diseases associated with psychosocial morbidity did not consume more alcohol than patients with other chronic diseases and normal population. However, because of different sociocultural effects, there is a need of broad-scale and multicenter studies for more determinative results.

CASE REPORT
9.A rare cause of peritonitis; jejunal diverticulitis: case report
Burhan Hakan Kanat, Mesut Yur, Fatih Erol, Sibel Özcan, Mehmet Buğra Bozan, Fatih Mehmet Yazar Mehmet Yazar
doi: 10.5350/SEMB2013470409  Pages 209 - 211
Jejunoileal divertikülozis nadir görülen bir rahatsızlıktır ve hastalığın seyri çoğunlukla asemptomatiktir. Nadiren de akut komplikasyonlarla karşımıza çıkmaktadır. Bu olgu sunumunda daha önce iki kez divertikül perforasyonu hikâyesi olan ve akut karın semptomlarıyla acil servise başvuran, karın eksplorasyonunda divertikülit bulguları olan 26 yaşında erkek hasta sunulmaktadır.
Jejunoileal diverticulosis is a rare disorder and frequently has asymptomatic progression. It is rarely presented with acute complications. In this case report we are presenting a 26 year old man administered to emergency department with acute abdomen symptoms who had diverticular perforation history for two times and diverticulitis finding in abdominal exploration.

10.A rare tumor during pregnancy; juvenile granulosa cell tumor
Osman Temizkan, Sema Ağar, Suna Kabil Kucur, Toygun Başaran, Şule Temizkan, Osman Aşıcıoğlu
doi: 10.5350/SEMB2013470410  Pages 212 - 215
Jüvenil granuloza hücreli tümörler (JGHT) overin malign seks kord stromal tümörlerindendir. Granuloza hücreli tümörlerin sadece %5 kadarını oluşturur. Gebelikle birlikte bildirilmiş oldukça az sayıda JGHT olgusu tanımlanmıştır. JGHT’de yüksek mitotik aktivite ve nükleer atipi nadiren görülse de prognozu çok iyidir. Biz burada gebelik sırasında 17 cm çapında sağ adneksiyel kitlesi olan ve unilateral salpingooferektomi ile tedavi edilen 20 yaşında bir jüvenil granuloza hücreli tümör olgusunu inceledik ve bu nadir görülen vakanın prognozunu ve takibini literatür eşliğinde sunmayı amaçladık.
Juvenile Granulosa Cell Tumors (JGCT) are the one of the malignant ovarian tumors of sex cordstromal origin. Only 5% of granulosa cell tumors are JGCT. There are only a few reported cases of JGCT during pregnancy. JGCT has a good prognosis although it has rarely high mitotic activity and nuclear atipy. Here we reported a case JGCT case with JGCT diagnosed during pregnancy. She was 20-yearold and had a mass in the right adnexial region 17 cm in size. She was performed unilateral salphingoopherectomy. We discussed the prognosis and follow-up of this rare phenomenon in the contrast of the literature.

LookUs & Online Makale