ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 44 (2)
Volume: 44  Issue: 2 - 2010
REVIEW ARTICLE
1.Nosocomial sepsis and infection control strategies in neonatal period
Sinan Uslu, Emrah Can, Fatih Bolat, Serdar Cömert, Asiye Nuhoğlu
Pages 45 - 51
Nozokomiyal enfeksiyonlar yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde (YYBÜ) geç neonatal morbidite ve mortalitenin en önemli sebeplerindendir. Nozokomiyal enfeksiyonlar YYBÜ’lerde erişkin ve pediatrik yoğun bakım ünitelerine göre daha sık görülebilmektedir. Yoğun bakım standartlarının gelişmesi ve yüksek riskli yenidoğanların yaşam şanslarının artması ile birlikte invaziv uygulamaların sıklığı da artmıştır. Yenidoğan yoğun bakım ünitelerindeki bebeklerin büyük kısmının prematüre bebek olması, bu bebeklerin immun fonksiyonlarının immatüritesi ve koruyucu mekanizmalarının yetersizliği, uygulanan invaziv girişimler infeksiyonlara eğilimi arttırmaktadır. Bu nedenlerden dolayı nozokomiyal infeksiyonlar riskli yenidoğanlarda morbidite, mortalite ve artmış sağlık harcamalarının önemli bir nedenidir.
Nosocomial infections are one of the most important reason for late neonatal morbidity and mortality in neonatal intensive care units (NICUs). Neonatal nosocomial infections are highier than those in adult and pediatric intensive care units. Recent marked advances in intensive care conditiones have improved the survival rate of high risk babies, however neonates have also increase the frequency of invasive procedures. Because most of neonates in NICUs are premature and highly susceptible to infection due to immaturity of immune function and impaired defense mechanism, most of invasive procedures can easily cause the infections. Therefore, nosocomial infections are an important cause of high morbidity, mortality and health care costs in high risk neonates.

ORIGINAL RESEARCH
2.Meckel diverticulum: Clinicopathological evaluation of 34 cases
Pınar Torun, Canan Tanık, Fevziye Kabukçuoğlu, Nihat Sever, Didem Baskın
Pages 52 - 55
Amaç: Meckel divertikülü gastrointestinal sistemin en sık görülen doğumsal anomalisidir. Erkeklerde daha fazla rastlanır. Daha çok iki yaş öncesinde semptom verir. Meckel divertiküllerinde ektopik dokular izlenebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, bölümümüzde tanı alan Meckel divertiküllerinin yaş ve cinsiyet dağılımı yanı sıra içerdiği ektopik dokular açısından retrospektif incelenmesidir.
Gereç ve Yöntem: 2004 ve 2009 yılları arasında kliniğimizde 34 adet Meckel divertikülü tanısı verilen ince barsak materyeli retrospektif olarak incelendi.
Bulgular: İncelenen olguların 27’si erkek, yedisi kız olup üçü 2 ve 2 yaşından küçük, 31’i 3-19 yaş arası olarak belirlenmiştir. Materyellerin 19’unda tek başına ileum dokusu, 12’sinde ektopik mide, birinde ektopik kolon mukozası, ikisinde de ektopik mide ve pankreas dokusunun ileum mukozasına eşlik ettiği görülmüştür.
Sonuçlar: Meckel divertikülleri genellikle semptomsuz seyreder, ancak divertikülde izlenen ektopik dokular nedeniyle kanama, ülser ve obstruksiyon gibi komplikasyonlar gelişebilir. Seride tümör dokusuna rastlanmamıştır.
Objective: Meckel diverticulum is the most common congenital anomaly of the gastrointestinal tract. The symptoms manifest under age 2 years. It is encountered predominantly in males. Meckel’s diverticulum may have ectopic tissue. Meckel’s diverticulum cases diagnosed in our department have been reevaluated for age, sex and ectopic tissue.
Study Design: Between the years 2004-2009, 34 small intestine operation materials have been inspected in the pathology department. Their histopathological features have been evaluated retrospectively.
Results: Twenty seven of the cases are males, seven of them are females. Ages of 31 of the cases are between 3 and 19, 3 of the cases are 2 or less than 2 years old. Nineteen of small intestine operation materials have only ileum tissue, 12 of them have ectopic gastric mucosa, one of them has colonic mucosa and two of them have ectopic gastric mucosa and heterotopic pancreatic tissue in addition to ileal mucosa.
Conclusion: Meckel’s diverticulum usually has no symptoms, but hemorrhage, ulcus and obstruction can be associated with the presence of ectopic tissue. There was no malignant tumour in our series.

3.Quality of life measurement using turkish dermatology quality of life instrument on dermatology outpatients
Eylem Ceren, Ilknur Kıvanç Altınay, Adem Köşlü, Sevim Pürisa
Pages 56 - 60
Amaç: Dermatolojik hastalıklar sosyal ilişkiler, bireyin ruhsal evreni ve günlük aktiviteler üzerinde önemli etkilere sahiptir. Son zamanlarda bu etkileri değerlendiren ve tedavilere rehberlik eden yaşam kalite çalışmaları işlerlik kazanmış durumdadır. Bu çalışma ile dermatoloji polikliniğine başvuran hastalarda yaşam kalitesinin Türk Dermatoloji Yaşam Kalite Ölçeği (TDYKÖ) ile değerlendirilmesi; yaşam kalitesini en fazla etkileyen dermatolojik hastalıkların dağılımı ve bunun cinsiyet, yaş, meslek gibi parametrelerle ilişkisinin saptanması amaçlanmıştır.
Yöntem: Dermatoloji polikliniğine başvuran hastalardan rastgele seçilen 197 hasta (120 kadın, 77 erkek, yaş ort: 36.01) çalışmaya alındı. Her hastaya Türk Dermatoloji Yaşam Kalite Ölçeği (TDYKÖ) uygulandı. Anket skorlarının hastaların cinsiyeti, yaş ve meslek durumları, hastalığın cinsi, süresi, yaygınlığı ve yakınma şiddeti ile ilişkisi araştırıldı; istatiksel değerlendirmeleri yapıldı.
Bulgular: TDYKÖ skorları ile hastaların cinsiyet, yaş ve meslek grupları arasında farklılık yoktu. Hastalığın cinsi, süresi ve yaygınlığının anlamlı derecede fark yarattığı; şiddetli yakınması olan hastalarda skorun istatistiksel olarak anlamlı ölçüde yüksek olduğu gözlendi (p: 0.0001 rs: 0.296). Yaşam kalitesini en çok etkileyen ilk beş hastalık psoriazis, akne, ekzema, seboreik dermatit ve pruritus olarak tespit edildi.
Sonuç: Deri hastalıkları bireylerin dış görünüşünü, emosyonel ve sosyal durumunu önemli ölçüde etkilemektedir. TDYKÖ ile genel dermatolojik hastalıklar bazında yapmış olduğumuz çalışma sonucu elde ettiğimiz veriler diğer yaşam kalite ölçekleri ile başka toplumlarda yapılan çalışmalarla uyumlu bulunmuş, sosyal yapıya göre yaşam tarzı ve aktivite farklılığının hastalık türü ve klinik özellikleri ile demografik parametreleri çok etkilemediği tespit edilmiştir.
Objective: Dermatologic diseases have a considerable impact on patients’ social relationships, psychological status and daily activities. Recently, studies which assess this impact and also guide to therapies have popularity. It has been aimed to evaluate the effects of dermatologic diseases on quality of life of Turkish dermatology outpatients using Turkish dermatology quality of life instrument (TDQL) and to determine the link between demographic parameters and Turkish dermatology life quality index.
Methods: A total of randomly selected 197 dermatology out patients (120 female, 77 male; and mean age was: 36.01) were included in this study. TDQL was applied to each patient. The relationship between patients’ sex, age, occupational status, category, duration, severity and extensity of disease with TDQL scores were investigated and were assessed statistically
Results: No significant distinctions were detected between the total TDQL scores of the patients and their sex, age or occupational status. However, there were differences between TDQL scores and category, duration and extensity of disease; the patients who had severe diseases had significantly higher scores (p: 0.0001 rs: 0.296). The first five diseases that affected the quality of life the most were psoriasis, acne, eczema, seborrheic dermatitis and pruritus.
Conclusion: Skin diseases significantly affect patients’ looks, social life and emotional situation. Our study results with TDLQ conform to those obtained by other quality of life measurements in different communities. Therefore, life style and discrepancy between everyday activities according to sociocultural characteristics, don’t seem to be affect the results as much as expected.

4.Effect of operation time on prognosis and defined additional anomalies among neonatal meningomyelocele cases
Ali Bülbül, Emrah Can, Sinan Uslu, Evrim Kıray Baş, Yüksel Şahin, Adem Yılmaz, Asiye Nuhoğlu
Pages 61 - 65
Amaç: Yenidoğan kliniğine meningomyelosel tanısıyla yatırılan hastaların klinik özellikleri ile operasyon zamanının prognoz ve ölüm oranı üzerine etkisinin incelenmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2006-Aralık 2009 tarihleri arasında meningomiyelosel tanısı ile yatırılan tüm bebekler çalışmaya alındı. Bebeklerin klinik özellikleri, defektin bölgesi, boyutu, ek anomali varlığı, operasyon zamanı, uygulanan tedavi modelleri, erken dönem hastalık ve ölüm oranı verileri ve yenidoğan dönemi (ilk 28gün) içindeki izlemleri prospektif olarak kaydedildi. Operasyon zamanının prognoz ve ölüm üzerine etkisi incelendi.
Bulgular: Çalışma süresince 40 bebek değerlendirildi. Bebeklerin %49‘u kız, ortalama doğum ağırlığı 3280±450 g, boy 47,3±3,3 cm, baş evresi 37,4±5,1 cm ve ortalama anne yaşı 25,1±5,2 yıldı. Tüm grupta gebelikten önce folat desteği alan anne yoktu. Olguların %70’ine antenatal meningomiyelosel tanısı konmuştu. Meningomiyelosel %6 torakolomber, %6 servikal ve %85 lomber bölgedeydi. Meningomiyelosel kesesinin ortalama çapı 5,6±2,1 cm iken %70 (n: 28) bebekte cilt defekti vardı. Ek anomali olarak %50 (n=20) hidrosefali, %18 (n=7) pes ekinovarus, %17 (n=6) pelvikalisyel ektazi, %7 (n=3) kalça eklemi displazisi, %7 (n=3) Arnold Chiari malformasyonu ve %7 (n=3) hidronefroz saptandı. Ortalama operasyon zamanı 3.5±2,1 gün, yatış süresi 10.8±7.2 gün ve antibiyotik kullanım süresi 7.2±3.2 gün idi. Yirmi bir olguya otolog cilt greft uygulaması yapıldı. Operasyon süresinin 3 günün üzerinde olan bebeklerde yatış süresi, uygulanan antibiyotik süresi ve komplikasyon oranının yenidoğan döneminde yüksek olduğu saptandı (sırasıyla p 0,04; p 0,02 ve p 0,01).
Sonuç: Yenidoğan döneminde meningomyelosel tanısı alan hastaların tedavisinde ilk 3 gün içerisinde opere edilmesi hastanede kalış süresini, kullanılan antibiyotik süresini ve komplikasyon oranını anlamlı olarak azaltmaktadır.
Aim: Evaluation of clinical features, prognosis in early period, and effect of operation time in hospitalized neonates diagnosed for meningomyelocele was aimed.
Materyal and Method: All newborns hospitalized with meningomyelocele diagnosis between January 2006 and December 2009 were involved in the study. Clinical features, defective area, existence of additional anomalies, operation time, applied modalities of treatment, morbidity and mortality data were prospectively recorded in neonatal period. Effect of operation time on mortality and morbidity was evaluated.
Results: 40 patients were assessed throughout the study period, 49% of which were female. Mean birth weight, height, head circumference and mother age were found 3280±450 g; 47,3±3,3 cm; 37,4±5,1 cm, and 25,1±5,2 years respectively. Neither of the mothers were supplied folate support in whole group. 70% of the cases were diagnosed for antenatal meningomyelocele. The meningomyelocele was localized in thoracolumbar (6%), cervical (6%) and lumbar (85%) areas. Mean diameter for pouch of meningomyelocele was 5,3±2,5 cm, whereas 70% (n=28) of the babies had dermal defects. Hydrocephaly 50% (n=20), pes equinovarus 18% (n=7), pelvicalicial ectasia 17% (n=6), acetabular dysplasia 7% (n=3), Arnold-Chiari malformation 7% (n=3), and hydronephrosis 7% (n=3) accounted for additional anomalies. Mean time passed for surgical operation was 3.5±2.1 days; mean durations for hospitalization was 10.8±7.2 days, and for antibiotherapy was 7.2±3.2 days. 21 cases were applied autologous graft. Cases operated later than three days were longer hospitalized, they had longer antibiotherapies, and higher complication rates (p 0,04; p 0,02 and p 0,01 respectively) in neonatal period.
Conclusions: Surgical operation of patients diagnosed for meningomyelocele in neonatal period in no more than three days reduces durations for hospitalization and antibiotics usage, and complication rates significantly, as well.

5.Use of desflurane and sevoflurane for elective caesarean section: maternal and neonatal effects
A. Banu Burgutoğlu, Birsen Ekşioğlu, G. Ulufer Sivrikaya, Melahat K. Erol, Ayşe Hancı
Pages 66 - 71
Amaç: Çalışmamızda elektif sezaryen operasyonlarında sevofluran ve desfluranın anne ve yenidoğan üzerindeki etkilerinin karşılaştırılması amaçlandı.
Yöntem: Hastanemiz Etik Kurulu onayı ile genel anestezi altında sezaryen operasyonu planlanan 40 sağlıklı gebe, bilgilendirilmiş onamları alındıktan sonra rasgele iki gruba ayrıldı. Anestezi idamesinde %50 nitröz oksit ve oksijen karışımı içinde Grup D’de %3 desfluran; Grup S’de %1 sevofluran kullanıldı. Sistolik, diastolik, ortalama kan basınçları, kalp atım hızı ve periferik oksijen satürasyonu başlangıçta ve peroperatif 5 dk aralıklarla kaydedildi. Yenidoğanda 1 ve 5. dk APGAR skorları, umblikal kord kan gazları ile 2. ve 24. saat nörolojik adaptif kapasite skorları değerlendirildi. Annenin ekstübasyon ve derlenme süreleri ile preoperatif ve postoperatif 24. saat hemoglobin ve hematokrit değerleri kaydedildi.
Bulgular: Grup D ve Grup S’de kan basıncı ve kalp hızı değişiklikleri intraoperatif dönemde benzer bulundu. Neonatal veriler Grup D ve Grup S’de benzer olarak değerlendirildi. Ekstübasyon ve derlenme süreleri Grup D’de Grup S’e göre anlamlı olarak kısa bulundu. Grupların preoperatif ve postoperatif hemoglobin ve hematokrit değerleri benzerdi.
Sonuç: Çalışmamızda elektif sezaryen operasyonlarında uyguladığımız konsantrasyonlarda desfluran ve sevofluranın anne ve yenidoğanda etkilerinin benzer olduğu, desfluranın erken ekstübasyon ve kısa derlenme süresi ile sevoflurana göre daha çok tercih edilebileceği sonucuna vardık.
Objective: In our study we aimed to compare the maternal and neonatal effects of desflurane and sevoflurane in women undergoing elective caesarean section.
Methods: After the approval from Ethics Committee of our Hospital, 40 healthy parturients undergoing electivecaserean section were allocated randomly into two groups after their informed consent was taken. Desflurane 3% in Group D or sevoflurane 1% in Group S were used in a 50% nitrous oxide and oxygen mixture for maintenance of anaesthesia. Systolic, diastolic, mean blood pressure, heart rate values and peripheral oxygen saturation were recorded as baseline and followed up with 5 min intervals peroperatively. Neonatal status was evaluated with APGAR scores at 1 and 5 min, umblical cord blood gas analysis, neurologic adaptive capacity scores at 2 and 24 h. Extubation and recovery times of the mother, haemoglobin and haematocrit values were recorded preoperatively and at postoperative 24.hours.
Results: Blood pressure and heart rate changes were similar in Group D and Group S in intraoperative period. Neonatal outcome was evaluated similar in Group D and Group S. Extubation and recovery times were shorter in Group D than Group S. Haemoglobin and haematocrit values were similar between the groups preoperatively and at postoperative 24 hours.
Conclusion: We concluded that; the maternal and newborn effects of desflurane and sevoflurane were similar, and desflurane can be preferred to sevoflurane with the conditions for early extubation and short recovery period in elective caesarean operations in the concentrations that we have used.

6.Two years mortality in patients with myocardial infarction in our center that can not be done interventional therapy
Fatma Alibaz Öner, Mecdi Ergüney, Mustafa Kemal Arslantaş
Pages 72 - 75
Amaç: Girişimsel tedavi imkanı olmayan merkezimizde Ocak 2005-Aralık 2005 arasında Akut myokard infarktüsü (MI) tanısıyla hospitalize edilen 92 hastanın klinik, demografik özellikleri, hastane içi ve 2 yıllık mortalite oranlarının incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Hastaların kayıtları geriye dönük incelendi. 2 yıllık mortalite bilgisi hastalar telefonla aranarak edinildi. İstatistik değerlendirmelerde SPSS 16.0 for Windows programı kullanıldı.
Bulgular: 92 hastanın yaş ortalaması 58.1±10.14 idi. Hastaların 73’ü erkek, 19’u bayan idi. Sekiz hastada ST elevasyonsuz MI, 84 (%91) hastada ST elevasyonlu MI tespit edildi. 41 hastaya (%45) trombolitik tedavi uygulanmış, 51 (%65)’ine hastaneye geç ulaşmaları yada kontrendikasyon bulunması nedeniyle trombolitik uygulanmamıştır. 17 (%18.4) hastada yatışı sırasında ölüm gerçekleşmiştir. Trombolitik uygulanan hastalarda hastane içi mortalite anlamlı derecede düşüktür (p: 0.045). 33 hastada yatışı sırasında komplikasyon gelişmiştir. En sık kardiyojenik şok gözlenmiştir. Hastalar taburcu olduktan sonraki iki yıllık dönemde; trombolitik uygulanan ve uygulanmayan grup arasında AKS tekrarı açısından fark olmamasına karşın;trombolitik uygulanan hastalarda mortalite anlamlı derecede düşüktür (p<0,05).
Sonuç: Kardiyovasküler ölümler mortalitenin en sık sebebi olmasına karşın, ülkemizde akut koroner sendromlarda girişim yapabilecek merkez sayısı azdır. Bu durum merkezimiz gibi trombolitik tedavi yapan merkezlerin önemini arttırmaktadır. Çalışmamızda hastaların önemli bir kısmına hastaneye geç başvurmaları nedeniyle trombolitik uygulanamamıştır. Hastane içi ve 2 yıllkı mortalite trombolitik uygulananlarda anlamlı derecede düşüktür. Bu nedenle toplumun doğru bilgilendirilerek hastaneye erken başvurulması sağlanmalıdır.
Objective: The study was aimed to examine clinical and demographic characteristics, in-hospital and two years mortality of 92 patients hospitalized for acute myocardial infarction (MI) between January 2005-December 2005 in our hospital that can not made invasive therapy.
Methods: Records of patients were reviewed retrospectively. Two years moratlitiy was taken about by calling phone. For statistical evaluations, SPSS 16.0 for Windows software was used.
Results: Mean age of 92 patients was 58.1±10.14 years. Seventy-three of the patients were male and 19 were female. Non-ST elevation MI was found in 8 (9%) patients and ST-elevation MI in 84 (91%). Forty one (4%%) patients received thrombolytic treatment, 51 (65%) did not due to reaching to the hospital lately or several counter indication. Seventeen patients died at admission. In-hospital mortality rate is significantly lower in patients receiving thrombolitic (p=0.045). Thirty-three patients developed complication at admission. The most frequent complication was cardiogenic shock. In two years after discharcing th patients; two years moratlity was significantly lower in patients receiving thrombolitic (p<0,05). There was no difference in new ACS between two groups.
Conclusion: Although cardiovascular death is the most common cause of death, a few centers in our country are able to perform interventions in acute coronary syndromes. This increases the importance of centers performing thrombolytic treatment such as our one. In the current study, a substantial proportion of patients did not receive thrombolytic treatment due to delayed admission to the hospital.In hospital and two years mortality was significantly lower among those receiving thrombolytic treatment. Hence, the community should be appropriately informed to allow the early admission to the hospital.

CASE REPORT
7.Completely pyloroduodenal avulsion following blunt abdominal trauma: case report
Ibrahim Ali Özemir, Fatih Büyüker, Bülent Gürbüz, Rafet Yiğitbaşı
Pages 76 - 79
Tüm karın yaralanmalarının %3-5’inde duodenum yaralanmaları meydana gelmekte olup bunların büyük çoğunluğu penetran travmalar sonucu oluşmaktadır. Yaralanmalar genellikle küçük laserasyon veya hematom şeklinde olup yaklaşık %90’ına en az bir organ yaralanması da eşlik etmektedir. Güncel literatüre baktığımızda, bizim olgumuz gibi künt karın travması sonucu başka bir organ veya büyük damar yaralanması olmaksızın gelişen, tam kat ve çepeçevre piloroduodenal avülsiyonu olan yalnız bir olgu mevcuttur (1). Duodenum yaralanmalarında erken tanı ve tedavinin mortalite ve morbiditeyi önemli ölçüde azalttığı bilinmektedir. Künt karın travması sonrasında da mide-duodenum yaralanmalarını olabileceği şüphesini taşımak bize erken tanı ve tedavi olanağı sağlayacaktır. Bu makale vasıtasıyla nadir görülabilecek olgumuzu sunmayı amaçladık.
Approximately 3-5% of all abdominal traumas are associated with duodenal injury, and most of these result from penetrating trauma. These injuries are usually in the form of small lacerations or hematomas; and 90% is accompanied by injury of at least one additional organ. Current literature recognizes only one case of isolated, all around and full thickness duodenal rupture following blunt abdominal trauma in the absence of other intraabdominal organ or great vessel injury as in this case(1). It is well known that early recognition and prompt treatment of duodenal injury significantly reduces morbidity and mortality. Considering the possibility of gastroduodenal injuries in patient with blunt abdominal trauma also enables early diagnosis and treatment. We aim to present our rarely seen case with this article.

8.Dacriocystitis associated with congenital nasolacrimal duct obstruction in neonate: case report
Emrah Can, Ali Bülbül, Sinan Uslu, Asiye Nuhoğlu
Pages 80 - 83
Dakriyosistit yenidoğanda oldukça nadir görülen klinik bir tablodur ve sıklıkla nazolakrimal kanal tıkanıklığının bir komplikasyonu olarak gelişir. Klinik bulguları şişlik, kızarıklık, epiforadır. Nazolakrimal kanal tıkanıklığının günümüzde kabul görmüş tek bir tedavisi yoktur. Medikal tedaviye yanıt veren olgularda etkeni kapsayacak antibiyotik kullanımı klinik tabloyu cerrahi gereksinim olmadan düzeltebilmektedir.
Bu yazıda sağ göz küresialtında şişlik ve kızarıklık yakınmalarıyla başvuran bir yenidoğanda tespit edilen nazolakrimal kanal tıkanıklığı ve buna bağlı gelişmiş dakriyosistit olgusu sunulmuştur.
Dacryocystitis is uncommon in infants, and it almost exclusively occurs as a complication of congenital nasolacrimal duct obstruction. Swelling, rush and epifora were clinical findings. Nowadays there is not any single therapy recognized. Medical respond to treatment factors in patients with the clinical use of antibiotics to cover the surgical table requirements ameliorate. In this lecture is presented who applied obstruction
nasolacrimal canal and the related phenomenon of enhanced dacryocystitis on the below right eye detected in a neonate.

9.Trisomy 13, patau syndrome: case report
Ali Karaman, Hasan Kahveci
Pages 84 - 86
Patau sendromu, Patau tarafından 1960’da rapor edilen nadir kongenital bir bozukluktur. Sendrom ekstra bir kromozom 13’ün varlığı ile oluşmuştur. Trizomi 13’ün görülme sıklığı 10.000 canlı doğumda birdir. Eşlik eden semptom ve bulguların oranı ve şiddeti vakadan vakaya değişebilir. Bununla beraber etkilenen yenidoğanın çoğu kafatası ve yüz bölgesi anormalliklerine; kalp, böbrek malformasyonlarına; ve/veya diğer fiziksel anormalliklere sahiptir. Etkilenen bebeklerin yaşam süresi ağır malformasyonlar nedeniyle kısadır. Bu olgu raporunda, çok sayıda malformasyon ile karakterize bir yenidoğan olgusu sunuldu.
Patau syndrome is a rare congenital disorder which was reported by Patau in 1960. The syndrome is caused by presence of an extra copy of chromosome 13. Trisomy 13 occurs with a frequency of about 1 in 10,000 livebirth. Associated symptoms and findings may vary in range and severity from case to case. However, many affected newborns have abnormalities of skull and facial region; cardiac, renal malformations; and/or other physical abnormalities. The lifespan of babies affected by the severe malformations are shortened. A newborn with multiple malformations characteristic for Trisomy 13 is presented in this case report.

10.Trichoepithelioma confused with basal cell carcinoma: case report
Rana Çitil, Pembe Oltulu, Mustafa Hürkan Kargı
Pages 87 - 89
Trikoepitelyoma folliküler diferansiyasyon gösteren ve ender görülen bir deri tümörüdür. Trikoepitelyoma ile bazal hücreli karsinomun (BCC) histolojik olarak ayrımı zordur.28 yaşında erkek hasta saçlı deriye lokalize, 1yıldır mevcut olan 2x1.5x1.5 cm boyutlarında, santral olarak ülserasyon veya krut içermeyen, asemptomatik, cilt renginde yavaş büyüyen nodüler lezyon nedeniyle hastanemize başvurdu. Klinik olarak nodüler bazal hücreli karsinom tanısı düşünüldü. Bu bölgeden alınan biyopsinin histopatolojik incelemesi sonucunda trikoepitelyoma olarak rapor edildi. Burada saçlı deriye lokalize nodüler kitlesi olan 28 yaşındaki erkek hasta sunulmaktadır.
Trichoepithelioma is an uncommon benign skin tumor that shows follicular differentiation.The differentiating of trichoepitheliomas from basal cell carcinoma on histologic examination is most difficult. A 28-year-old male was admitted to our hospital with a 1 year history of an asymptomatic, skin-colored, slowly growing nodular lesion located on the scalp, measuring 2x1.5x1.5 cm, with no central ulceration or crusts. A clinical diagnosis of nodular basal cell carcinoma was considered. Trichoepithelioma was reported in histopathological examination of biopsy that was taken from this region. We present the case of a 28-year-old man with nodular mass located on the scalp.

11.Hallermann-Streiff Syndrome: Case report
Sinan Mahir Kayıran, Berkan Gürakan
Pages 90 - 92
Hallermann-Streiff Sendromu oldukça nadir görülen ve esas olarak baş-boyun bölgesindeki multipl konjenital anomaliler ile tanı alan bir sendromdur. ilk kez 1948 yılında Hallermann daha sonra 1950 yılında Streiff tarafından tanımlanmıştır. En sık gözlenen klinik özellikler kuşa benzer yüz görünümü, mandibula ve maksilla hipoplazisi, göz ve diş anomalileri, özellikle burun üzerindeki cilt atrofisi ve ufak vücut yapısıdır. Bu yazıda oldukça nadir görülmesi nedeniyle Hallermann-Streiff Sendromlu bir yenidoğan ve klinik özellikleri sunulmuştur.
Hallermann-Streiff Syndrome is a considerably rare disorder that is principally diagnosed by multiple congenital anomalies observed in the head and neck region. It was first identified in 1948 by Hallermann and then in 1950 by Streiff. The most frequently encountered clinical characteristics of the syndrome are bird-like facial appearance, hypoplastic mandible and maxilla, eye and teeth anomalies, skin atrophy, particularly on the nose, and short stature. Because of the rarity of this syndrome, this paper presents a neonate with Hallermann-Streiff Syndrome together with a description of the newborn’s clinical characteristics.

LookUs & Online Makale