ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 43 (4)
Volume: 43  Issue: 4 - 2009
ORIGINAL RESEARCH
1.Comparison of the effects of general and combined spinal epidural anaesthesia on maternal and newborn in caesarean section operations
H. Fatih Korkmaz, Ayşe Hancı, Birsen Ekşioğlu, G. Ulufer Sivrikaya, Melahat K. Erol
Pages 149 - 153
Amaç: Çalışmamızda; sezaryen operasyonlarında genel anestezi ile kombine spinal epidural anestezinin, gebelerdeki hemodinamik değişiklikler ve yenidoğanın APGAR skorları ile göbek kordonu venöz kan gazlarına etkilerini karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Hastane Etik Kurulu izni ve yazılı onamları alınan, sezaryen operasyonu planlanan 30 miadında gebe, rasgele olarak genel anestezi (Grup GA) (n: 15) veya kombine spinal epidural anestezi (Grup KSE) (n: 15) grubuna dahil edildi. Non invaziv arteryel kan basıncı, kalp atım hızı ve periferik oksijen satürasyonu anesteziden önce (bazal değer) ve devamında cerrahi sonuna kadar 5 dk. aralıklarla ölçülerek kaydedildi. Doğumdan sonra göbek kordonunun bir bölümü klampe edilerek alınan umblikal ven kan örneğinde, kan gazı değerleri ile 1 ve 5. dk APGAR skorlarına bakıldı.
Bulgular: Gruplararası karşılaştırmada ortalama kan basıncı (OKB) ve kalp atım hızı (KAH), 5.dk.da Grup KSE’de Grup GA’ya göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.05). Grup içi OKB ve KAH değerlerinde klinik olarak tedaviye ihtiyaç duyulmayan değişiklikler saptandı. Her iki grupta APGAR skorları ve umblikal ven kan gazı değerlerinde anlamlı fark bulunmadı.
Sonuç: Sezaryen operasyonlarında genel anestezi ile kombine spinal epidural anestezi, gebede ve yenidoğanda oluşturdukları etkileri bakımından benzer olarak değerlendirildi.
Objective: We aimed to compare the effects of general anaesthesia versus combined spinal epidural anaesthesia on maternal haemodynamic variables and APGAR scores and umblical vein blood gas parameter of newborns.
Study design: After the approval from Medical Ethics Committee and written informed consent, 30 parturients undergoing caesarean section
operation, randomly allocated to receive either general anaesthesia (in Group GA) (n: 15) or combined spinal epidural anaesthesia (Group CSEA) (n: 15) were included the study. Non invasive arterial blood pressure, heart rate and peripheral oxygen saturation values were recorded before anaesthesia (baseline) and thereafter with 5 min intervals until at the end of surgical procedure. Following delivery, a segment of the umblical cord was doubtly clamped and umblical vein blood gas samples were taken and APGAR scores were recorded at 1 and 5 min.
Results: Mean arterial blood pressure (MBP) and heart rate (HR) values were significantly higher in Group CSEA compared to Group GA at 5th min (p<0.05). In the changes in MBP and HR values no treatment were required clinically in groups. In both groups, there were no significant differences in APGAR scores and umblical vein blood gas analyses of newborns.
Conclusion: We concluded that; the effects of general anaesthesia and combined spinal epidural anaesthesia were similar on parturients and newborns in caesarean section operations.

2.Midterm results of the traumatic hip dislocation patients
Yavuz Arıkan, Raffi Armağan, Osman Tuğrul Eren, Hasan Basri Sezer, Cem Sever, Ünal Kuzgun
Pages 154 - 158
Amaç: Travmatik kalça çıkığı kalça eklem bütünlüğünün ve dolaşımının bozulduğu acil bir durumdur. Bu çalışmada travmatik kalça çıkığının orta dönem sonuçları bildirilmiştir.
Yöntem: 1995-2006 yılları arasında kliniğimize başvuran 45 travmatik kalça çıkığı olgusunun 18’ine ulaşılarak artroz, avasküler nekroz ve siyatik sinir lezyonu varlığı, radyografi ve klinik muayene bulguları ile değerlendirildi.
Bulgular: Olguların takip süresi dağılımı 12-126 ay olarak saptandı. Olguların 13’ü erkek 5’i kadındı. Thompson Ebstein sınıflandırılmasına göre 2 olgu tip 1, 6 olgu tip 2, 4 olgu tip 3, 4 olgu tip 4 olarak sınıflandırıldı. Olguların hepsi kapalı olarak ilk 6 saat içerisinde genel anestezi altında redükte edildi. Olgulara 1,5 ay boyunca iskelet traksiyonu yapıldı ve toplam 3 ay yük verilmedi. Redüksiyon sonrası stabil olmayan 3 olguya mevcut asetabulum kırığı için osteosentez yapıldı.
Tartışma ve Sonuç: Travmatik kalça çıkığı yüksek enerjili bir yaralanmadır. Genellikle genç hastalarda, ek yaralanmalarla birlikte gözlenir. Olgularımız sınırlı sayıda olmasına rağmen artroz gelişen 3 olgunun Thompson Ebstein’e göre 2’sinin tip 4 (%50), 1’nin tip 3 (%25) olması travmanın enerjisiyle artroz riski arasında doğru orantılı bir ilişki olabileceğini düşündürmektedir.
Objective: Traumatic hip dislocation is an urgent condition that integrity and circulation of the hip joint spoils. In this study midterm results of the traumatic hip dislocation are informed.
Study Design: 18 of the 45 traumatic hip dislocation cases which resorted our clinic between 1995-2006 years were reached and evaluated for existence of arthrosis, avascular necrosis and sciatic nerve lesion, radiography and clinical examination findings.
Results: The follow-up period of patients was 12-126 months. Thirteen of of patients were male, 5 of them were female. According to Thompson Ebstein classification patients were classified as 2 patients type 1, 6 patients type 2, 4 patients type 3, 4 patients type 4. All of the patients were reducted closedly under general anesthesia in first 6 hours. Skeletal traction was applied for 1,5 months and no load on their lower extremity was given for 3 months. In follow-up of 2 of these 3 patients arthrosis developed.
Conclutions: Traumatic hip dislocation is a high energy injury which is usually seen in young patients and accopanied by additional injuries.Although we have a limited number of patients,development of arthrosis in 3 patients that 2 of them were type 4 (25%) and 1 of them was type 3 (25%) according to Thompson Ebstein classification, may suggest a proportional relationship between the energy of trauma and the risk of arthrosis.

3.Use of arthroscopy in the diagnosis and treatment of chronic wrist pain
Ayhan Kılıç, Murat Gül, Atilla Sancar Parmaksızoğlu, Sami Sökücü, Yavuz Kabukçuoğlu
Pages 159 - 163
Amaç: Bu çalışmada kronik el bileği ağrısı yakınması olan hastalarda uygulanan artroskopik girişimin tanı ve tedavideki etkinliği araştırıldı.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmamızda kronik el bileği ağrısı olan, 22’si erkek, 9’u kadın, 31 hastanın el bilekleri incelendi. Hastaların artroskopi öncesi tanıları ile girişim sonrası tanıları karşılaştırıldı. Artroskopik olarak tedavi edilen yirmi bir hastanın girişim öncesi ve sonrası dönemde günlük işlevleri Q-DASH-T (Quick-Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand Questionnaire-Türkiye)sorgulaması ile değerlendirildi. Belirtilen ağrılar ise (VAS) görsel örnekleme cetveline göre değerlendirildi. Hastalar cerrahiden sonraki üçüncü haftada kontrol edildi. Sonrasında altı hafta ara ile en az altı ay kontrollere çağırıldı.
Sonuçlar: Takip süresi 8 (dağılım, 4-12) aydı. 24 (%96)hastanın tanıları girişim öncesi ve sonrasında uyumluydı. Kesin tanısı konulamayan, el bilekleri ağrılı altı(%19. 3) hastaya girişim sonrası tanı konuldu. Kronik el bileği ağrısı olan hastalarda triangular fibrokartilaj yapıdaki yırtıkların en sık rastlanan sorun olduğu görüldü. Hastaların 21(% 67.7)’i artroskopik yöntemle tedavi edildi. Görsel örnekleme cetveline(VAS) göre hastalar ağrılarını girişim öncesinde 6 (dağılım, 4-8) puan ile ifade ederken artroskopi sonrasında ağrı 1 (dağılım, 0-3)puana geriledi. El bileği kavrama kuvvetleri girişim öncesi 24 kg iken, girişim sonrası 26 kg olarak bulundu. İlk muayene sırasında Q-DASH-T sorgulamasında 18 puan alan hastalar girişim sonrasındaki son kontrollerinde 11 puan aldı. El bileği kronik ağrılarında uygulanan yardımcı tanı yöntemlerinin etkinliği %77.4 olurken, artroskopinin diğer tanı yöntemlerine göre daha etkin bir tanısal değeri olduğu saptandı. Ayrıca VAS ve Q-DASH-T sorgulamaları ile değerlendirilen hastaların ağrı ve fonksiyonlarında artroskopik girişim sonrasında anlamlı bir düzelme olduğu görüldü. On (%31) hastada artroskopi sonrasında açık cerrahi gereksinimi oldu. Artroskopiden sonraki erken dönemde iki (%6.4) hastanın eklem hareketlerinin ileri derecede kısıtlandığı ve iki (%6.4) hastada yapılan dorsal ganglion rezeksiyonun tekrarladığı görüldü.
Tartışma ve Çıkarımlar: Sonuç olarak, kronik el bileği ağrısı olan hastalarda uygulanan el bileği artroskopisi tanı ve tedavinin belirlenmesinde etkili olurken, cerrahi uygulamalarının sonuçları başarılıdır.
Purpose: In this study, the efficiency of arthroscopic approach employed in patients suffering from chronic wrist pain was analyzed in terms of diagnosis and treatment.
Patients and Method: The wrists of 31 patients who had chronic wrist pain were analyzed in our study. Pre-arthroscopy diagnoses of the patients were compared to those following the arthroscopic intervention. Pre- and postoperative daily functions of 21 patients who were treated arthroscopically were evaluated using the Q-DASH-T questionnaire. Indicated pain levels were evaluated according to the Visual Analogue Scale (VAS).
Results: The mean follow-up period was 8 months (range, 4-12 months). Pre- and post-operative diagnoses from 24 patients (96%) were coherent. Twenty-one patients (67.7%) were treated using arthroscopic techniques. While the patients had indicated a mean pre-operative pain score of 6 (range, 4-8) according to the Visual Analogue Scale (VAS), the mean the pain score went down to 1 point (range, 0-3) following the arthroscopic procedure. The mean pre-operative wrist grip strength of 24 kg was found to be 26 kg after the surgery. The patients who received a mean score of 18 points in the Q-DASH-T questionnaire during the initial examination got 11 points in their final examinations.Open surgery was required in ten patients (31%) subsequent to the arthroscopic procedure.
Discussion and Findings: In conclusion, wrist arthroscopy performed on patients with chronic wrist pain was found to be efficient in the assessment of diagnosis and treatment while successful results were attained through surgery.

4.Comparison of monocular and binocular surgical approaches in basic type exotropia
Kıymet Kasapoğlu, Berker Bakbak, Feyza Önder
Pages 164 - 168
Amaç: Temel ekzotropya tanısı almış olgularda uygulanan tek taraflı geriletme-kısaltma ve çift taraflı geriletme ameliyatlarının sonuçlarını karşılaştırmak ve cerrahi başarıyı etkileyen faktörleri araştırmak.
Yöntem: Temel ekzotropya tanısı ile izlenen ve cerrahi tedavi uygulanan hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Tek göz dış rektus kasına geriletme-iç rektus kasına kısaltma cerrahisi uygulanmış 30 hasta (1.grup) ile her iki göz dış rektus kasına geriletme uygulanmış 15 hasta (2.grup) çalışma kapsamına alınarak ameliyat sonrası cerrahi sonuçlar karşılaştırıldı.
Bulgular: Hastalar ameliyat sonrası ortalama 4,1 yıl ± 2,2 (dağılım, 1-10 yıl) takip edildiler. Geriletme-rezeksiyon uygulanan 1.gruptaki 30 hastanın 23’ünde (%76,3) başarılı sonuç elde edilirken çift taraflı geriletme uygulanan 2.gruptaki 15 hastanın 7’sinde (%46,7) yapılan cerrahi başarılı oldu. Başarı açısından iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı oranda fark bulundu (p=0,02).
Sonuç: Çalışmamızda temel tip ekzotropya olgularında geriletme-kısaltma tekniğinin çift taraflı dış rektus geriletmesi tekniğine göre daha başarılı ve tercih edilmesi gereken cerrahi teknik olduğu sonucuna varıldı.
Objective: To compare the surgical results obtained by unilateral recession/resection and bilateral rectus recession tecniques for the
correction of exotropia.
Methods: The results of surgical treatment in cases with basic exotropia were retrospectively reviewed. Thirty patients who underwent unilateral recession/resection (group 1) and 15 cases who underwent bilateral rectus recession (group 2) were incluided in the study, and the postoperative surgical results were compared.
Results: The mean follow-up was 4.1 years ± 2.2 (1-10 years). From the 30 patients in group 1, success were obtained in 23 patients (%76.3) and from 15 patients in group 2, success were obtained in 7 patients (%46.7). There was stastistically significant difference between these two groups (p=0,02).
Conclusion: Unilateral recession/resection seemed to be more successful and effective surgical procedure for the correction of basic exotropia rather than bilateral rectus recession.

5.The retrospective evaluation of patients treated by hemodialysis for the first time
Yener Koç, Abdulkadir Ünsal, Hasan Kayabaşı, Ali Oğuz Akgün, Elbis Ahbap, Mürvet Yılmaz, Ayşe S. Arar, Şennur K. Budak, Barış Döner
Pages 169 - 173
En sık renal replasman tedavi seçeneği olan hemodiyaliz(HD) akut durumlarda yüksek komplikasyon oranına sahiptir. Bu çalışmada merkezimizde ilk kez diyalize alınan hastaların etiyolojik, demografik, biyokimyasal parametreleri ve hastaların prognozlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Çalışma retrospektif ve kesitsel bir çalışma olarak planlandı. 2008 yılında ilk kez hemodiyalize alınan 170 hasta (68 kadın, ortalama yaş 58,7±18 yıl) değerlendirildi. Hastalar böbrek yetmezliklerinin akut (Grup 1: ABY) ve kronik (Grup 2: KBY) olmasına göre iki gruba ayrıldı.
Yüzyetmiş hastanın 56’sında (18 kadın, ortalama yaş 58,4±16,9 yıl) akut böbrek yetmezliği(ABY) ve 114 hastada ise (50 kadın, ortalama yaş 58,8±18,6 yıl) kronik böbrek yetmezliği(KBY) vardı. Serum potasyum, parathormon ve C Reaktif Protein (CRP) düzeylerinde iki grup arasında anlamlı farklılık saptandı. Her iki grupta da en sık kullanılan vasküler yol femoral kateterizasyondu. Başlıca diyaliz endikasyonları üremi, hiperpotasemi ve hipervolemiydi. KBY hastalarının %48,8’inin diyalize alındığında hastalıklarından haberdar olmadıkları saptandı. Son durumları değerlendirildiğinde ABY olan hastaların %50’sinin exitus olduğu, %35’inin normale döndüğü, %12,5 hastanın HD’e devam ettiği ve kalan %2.5 hastanın ise transplantasyon olduğu saptandı. Kronik hastalarda mortalite hızı %16,9 idi. Bu gruptaki hastaların %72’sinin hemodiyaliz tedavisine devam ettiği, %6,7’sine periton diyalizi ve %4,5 hastaya renal transplantasyon uygulandığı saptandı. Akut tübüler nekroz ve postrenal etyoloji Grup 1’de en sık etyolojik neden olarak saptandı. Diyabet ve hipertansiyon Grup 2’de en sık etyolojik nedendi.
Sonuç olarak; hastaların çoğunluğunda tanıları KBY olmasına rağmen bunların yarıya yakını hastalıklarından haberdar değildi. Hastaların çok azında fistül vardı. ABY olan hastalarda ise halen mortalite oranı kronik hastalardan daha yüksektir.
Haemodialysis (HD) is the most used renal replacement therapy, and has a high complication rate under acute conditions. In this study we aimed to evaluate the etiologic, demographic, and biochemical parameters and the prognosis of patients who needed first dialysis in our center. The study was designed as a retrospective, cross-sectional study. We evaluated 170 patients (68 female, mean age 58,7±18 years) who were dialysed for the first time during 2008. Patients were divided into two groups according to diagnosed as acute (Group1: ARF) or chronic (Group 2: CRF) renal failure.
Fifty-six of 170 patients (18 female, mean age 58,4±16,9 years) had acute renal failure(ARF) and 114 patients (50 female, mean age 58,8±18,6 years) had chronic renal failure(CRF). There was statistically significant difference in serum potassium, parathormone, and C reactive protein (CRP) levels between two groups. Femoral catheterization was the most common vascular access in both groups. The major dialysis indications were uremia, hyperkalemia, and hypervolemia. In Group 2, 48.8% of patients were not aware of their illness until the dialysis started. In evaluation of current status, 50% of acute renal failure patients were died, 35% were alive with normal renal function, 12,5% were undergoing dialysis treatment, and 2,5% treated by transplantation. Among chronic patients mortality rate was 16,9%, 72% of patients were undergoing HD, 6,7% on peritoneal dialysis (PD), and 4,5% of patients had transplantation. Acute tubular necrosis and postrenal etiology were the most common etiology in Group 1. Diabetes mellitus and hypertension were the most common etiology in group 2.
In conclusion, although most of the patients had CRF, about half were not aware of their illness, while only small portion of patients who were aware had a fistula. ARF had still higher mortality rate than chronic patients.

CASE REPORT
6.Newborn anesthesia experience during laparoscopic over cyst operation: case report
Canan Tülay Işıl, Surhan Özer Çınar, Inci Paksoy, Sibel Oba
Pages 174 - 177
Yenidoğanda over kisti sık görülen bir patolojidir. Laparoskopik cerrahinin çocuk cerrahisindeki önemi artmaktadır. Açık yapılan operasyonlara göre üstünlüğü; geniş yara insizyonlarının azalması, daha az sıvı ve ısı kaybı olması, ve dokuların daha kolay iyileşmesidir. Yenidoğanlarda immatür solunum ve santral sinir sistemi; kardiyovasküler sistemin volatil anesteziklere karşı daha hassas olması ve sıvı-elektrolit dengesizlikleri; hipoglisemi ve hipotermiye daha sık rastlanması nedeniyle anestezi riski artmıştır. Biz de bu olgu sunumunda laparoskopik over kist operasyonu yapılan yenidoğan olgumuzdaki anestezi deneyimimizi paylaşmayı amaçladık.
Ovarian cyst is a common pathology in neonates. The role of laparoscopic surgery is increasing in paediatric surgery. It is superior to open surgical techniques because of absence of large scar areas, reducing fluid and heat lost and faster tissue healing. The immature respiratory and central nerve system; increased sensitivity of the cardiovascular system to volatile anesthetics and increased risk of fluid imbalance hypoglycemia and hypothermia makes anesthesia for neonates difficult. The aim of this case report is to share our anaesthetic experience to
laparoscopic ovarian cyst surgery in a neonate.

7.Cause of chemical peritonitis: Antiseptic hand disinfectant solution
Yener Koç, Taner Baştürk, Mürvet Yılmaz, Tamer Sakacı, Elbis Ahbap, Abdulkadir Ünsal
Pages 178 - 180
Peritonit periton diyalizinde (PD) mobidite ve mortaliteyi etkileyen en önemli komplikasyondur. Peritonit bakteryel, viral, mikotik gibi enfeksiyöz ajanlarla olabildiği gibi intraperitoneal yoldan uygulanan çeşitli ilaçlara bağlı non enfeksiyöz peritonit ataklarıda bildirilmektedir. Olgumuzda oral, parenteral, intravenöz veya intraperitoneal kullanımı önerilmeyen antiseptik el dezenfeksiyonunun yanlışlıkla intraperitoneal kullanımı sonucunda peritonit oluşumu saptanmıştır. Şimdiye kadar insanlarda yanlışlıkla dahi olsa alkol bazlı antiseptik solüsyonların intraperitoneal kullanımına bağlı kimyasal peritonit olguları bildirilmemiştir.
Peritonitis is a common complication of peritoneal dialysis (PD) and is associated with significant morbidity and mortality. Although peritonitis is
generally due to infectious agents such as bacterial, viral and mycotic, have been reported that due to non-infectious agents such as intraperitoneal route is applied to various drugs. In our case, chemical peritonitis were found as a result of the accidentally intraperitoneal use of antiseptic hand disinfection solution that is not recommended use via oral, parenteral, intravenous or intraperitoneal. So far in humans, chemical peritonitis cases have not been reported that due to intraperitoneal use of alcohol-based antiseptic solutions even if accidentally.

8.Causes of tachypnea in early neonatal period: Total anomalous pulmonary venous connection
Kemal Erdinç, Ali Bülbül, Ümit Sarıcı, Vedat Okutan, Mustafa Koray Lenk, Metin Demircin
Pages 181 - 183
Total anormal pulmoner venöz dönüş oldukça seyrek görülen bir doğuştan kalp hastalığıdır. Erken yenidoğan dönemde en sık görülen klinik bulgular taşipne ve santral siyanozdur. Erken tanı ve tedavi uygulamaları ile prognoz oldukça iyidir. Merkezimize taşipne ve siyanoz bulguları ile sevk edilen, yatışının ikinci saatinde total pulmoner venöz dönüş anomalisi tanısı konularak tam düzeltme ameliyatı yapılan bir olgu sunularak, pulmoner venöz dönüş anomalisinin yenidoğanın solunum sıkıntısı nedenleri arasında olduğunun vurgulanması amaçlanmıştır.
Total anomalous pulmonary venous connection (TAPVC) is a very rare congenital cardiovascular malformation. The most common clinical findings in the early neonatal period are tachypnea and central cyanosis. The prognosis is pretty good with early diagnosis and treatment. We aimed to emphasize the presence of TAPVC as one of the reasons of neonatal respiratory distress presenting a newborn admitted with the complaints of tachypnea and cyanosis to our center, diagnosed to have TAPVC and completely treated with surgery.

9.Systemic capillary leak syndrome: Because of 3 cases
Demet Albayrak, Belgin Akan, Deniz Erdem, Inan Kılıç, Nermin Göğüş
Pages 184 - 186
Sistemik kapiller kaçış sendromu (SKKS), ilk kez 1960 yılında Clarkson ve arkadaşları tarafından tanımlanmış nadir görülen bir hastalıktır. Hipotansiyon, hipoalbüminemi ve hemokonsantrasyon kronik tekrarlayıcı epizodlardaki klasik triaddır. Tedavi destekleyicidir ve prognoz kötüdür. Biz bu derleme ile yoğun bakımda rastladığımız 3 kapiller kaçış sendromlu olguyu tartışmayı amaçladık.
Systemic capillary leak syndrome is a rare diseases was first described by Clarkson et al in 1960. The syndrome is characterized by chronic recurrent episodes of a triad of hypotension, hypoalbuminemia and hemoconsentration. Supportive treatment is essential and prognosis is poor. In this report, we aimed to discuss 3 cases with systemic capillary leak syndrome.

10.Accidental iodophor intoxication in the neonatal period: Case report
Emrah Can, Ali Bülbül, Sinan Uslu, Fatih Bolat, Selda Arslan, Evrim Kıray Baş, Asiye Nuhoğlu
Pages 187 - 188
Povidon iyod 1950’li yıllardan itibaren topikal antiseptik ajan olarak çeşitli amaçlarla kullanılmaktadır. Günümüzde bazı merkezler tarafından yenidoğan döneminde göbek bakımı için önerilmeye devam edilmektedir. İyodofor adı verilen bu dezefektanların en önemli toksik etkisi iyodun emilimine bağlı olarak gerçekleşen tiroid hormon fonksiyonlarında bozulmadır. Yenidoğan döneminde fazla miktarda iyod alınımında kardiyak iletimde bozukluklara, laktik asidoza, akut renal yetmezliğe ve hipokalsemiye neden olabilmektedir. Bu yazıda annesi tarafından kaza sonucunda ağızdan povidon iyod verilen bir yenidoğan olgusu sunulmuştur.
Povidone iodine are used topical antiseptic agents for various purposes from the 1950s. Nowadays, they have been recommended for continue umblical care by some centers in the neonatal period. Called the most important desenfections iodoform toxic effect that occur depending on the absorption of iodine in the thyroid hormone function is broken. They should be cardiac conduction disorders, lactic acidosis, acute renal failure and hypocalcemia if they have been take excess iodine in neonatal period. In this article was presented for given oral povidone iodine by his mother as a result of an accident in a newborn.

LookUs & Online Makale