ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 35 (3)
Volume: 35  Issue: 3 - 2001
ORIGINAL RESEARCH
1.Rickets depend on vitamine faliure
Günsel Kutluk, Feyzullah Çetinkaya
Pages 7 - 11
Abstract |Full Text PDF

2.Chemoprevention Of cancer
Mehtap Dalkılıç Çalış, Oktay Incekara
Pages 10 - 15
Abstract

3.Macrosomia, incidence and risk factors
Güner Karatekin, Özgül Salihoğlu, Günay Cantürk, Füsun Okan, Asiye Nuhoğlu
Pages 16 - 18
Amaç: Gestasyon haftasına göre büyük, özellikle 4000g üzerinde olanlar bebeklere 4000g altında olan bebeklere oranla daha fazla morbiditeye sahip olduğu bilinmektedir. Çalışmamızda, makrosomi oranını, risk faktörlerini ve nıorbiditelerini saptamaya çalıştık.
Materyal-metod: Ocak 1999 Aralık 1999 tarihleri arasında hastanemizde doğan bebeklerin dosyalarını retrospektif olarak inceledik. Doğum tartısı 4000g üzerinde olan bebekleri makrosomik olarak değerlendirdik.
Bulgular: Canlı doğan 3431 bebekten %7.22’si (248) olgu 4000g, %0.8’ i (17) olgu ise 4500 gramın üzerinde saptandı. Makrosomik bebeklerin %65.2’si (n=163) erkek bebeklerdi. Makrosomik bebeklerde sezaryenle doğum %31, makrosomik olmayanlarda ise %21 oranında saptadık. Makrosomik bebeklerde hipoglisemi %0.8, polisitemi %2.8, doğum travması %2.8 ve amnios mayinin mekonyumla boyanma %4.8 oranında bulundu.
Sonuç: Makrosomik doğumlarda sezaryen oranının daha yüksek olduğu, ancak sorunlarının bilinmesi ile postnatal izlemlerin dalıa özenli yapılarak, morbiditenin azaltılabilmesinin mümkün olacağını saptadık.
Aim: Large-for -gestational age (LGA) babies, especially those whose birth weight is greater than 4000g, have elevated risk perinatal mortality and morbidity. The purpose of this study is to evaluate the incidence of macrosomia, risk factors and morbidity of the macrosomie babies.
Study Design: Clinical records of the newborn in Sisli Etfal Teaching Hospital between January 1999-December 1999 were reviewed retrospectively. Macrosomia was defined as a birth weight of4000 g or greater.
Results: A total of 3431 babies were born during the study period and 248 (7.2%) were weighing more than 4000 g at birth and 17 (0.8%) of these babies were weighing more than 4500 g. Of the 248 macrosomie babies 65.2% was male. Among macrosomie newborns the caesarean delivery rate was 31% (n: 77), whereas in the appropriate gestational age group (AGA) was 21.8% (n: 636). In the macrosomie group the incidence of hypoglycemia, polycythemia and birth trauma were higher than AGA group however, meconium stained amniotic fluid incidence was lower.
Conclusion: Macrosomia was associated with increased cesarean rate. It is important to recognise the morbidity of macrosomie infants and so to decrease the morbidity in these infants.

4.The use of mixturing the local anaesthetics in the spinal anaesthesia
Ayda Başgül, Ayşe Hancı, Türkan Şanlıer
Pages 19 - 21
Giriş: Spinal anestezide lokal anestezik karışını kullanımının etki başlama ve etki süresi ile yan etkilerinin araştırılması amaçlandı. Materyal ve Metod: Ortopedik girişim yapılması planlanan ASA 1-2 grubunda 17 kişiye spinal anestezi uygulandı. Spinal anestezi 4 ml %2 prilokain ve 3 ml %0.5 bupivakaiıı ile sağlandı. Postop 48 saate dek komplikasyonlar ve postop aneljezik gereksinimi kaydedildi. Sonuçlar (etki başlama, sensorial ve motor blok zamanı) aritmetik ortalama ve standart sapma ile değerlendirildi.
Bulgular: Vakaların yaş ortalaması 40.55+15.87, ağırlıkları 70.10±13.15 kg idi. Tüm hastalarda sensorial blok seviyesi T 8-10’da, motor blokaj Bromage 3 idi. Intraoperatif ilave aneljezik gerekmedi. Ortalama etki başlama zamanı 3.83±1.38 dk, analjezi süresi 261.38+55.75 dk, motor blokaj süresi 268.83±68.32 dk idi. Peroperatuvar komplikasyonlar; kusma (n: 2), bulantı (n: 2), titreme (n: l), hipotansiyon (n: l), bradikardi (n: 2) idi. Postoperatif 6 vakada hiç aneljezik gereksinimi olmadı, ilk 24 saatte 10 vakada 1 gr IM metamizol, 1 vakada 20 nıg IM piroksikanı kullanıldı.
Tartışma: Lokal anestezik solüsyon pH’sı 7‘ye yakın ise etki başlama zamanı kısalır (1). Çalışmada bupivakaiıı ile prilokaini karıştırarak alkalinizasyoıı sağlanmıştır. Etki başlama zamanının kısa ve etki süresinin uzun olması alkalen karışımda birbirlerinin biyoyararlanımlarım artırmaları ile açıklanabilir.
Sonuç: Spinal anestezide lokal anestezik karışını hızlı etki başlama zaman, uzun etki süresi, azalmış toksisite ve düşiik postoperatif analjezik tüketimi sağlamıştır.
Objective: Aim of this study was to compare the onset duration of action and adverse effects of local anaesthetic mixture used in spinal anaesthesia.
Study Design: Spinal anaesthesia was applied to 17 patients, ASA 1-2 undergoing onthopaedic surgery. 4 ml 2% prilocain and 3 ml 0.5% bupivacain were used for spinal anaeshesia. Postoperative analgesic need and postoperative complications till postoperative 48 h were recorded. Data (onset of duration, motor and sensorial block time) were assessed according to standard deviation and arithmetical mean.
Results: Mean age ahr weight of patients were 40.55±15.87 years and 70.10±13.5 kg, respectively. Level of sensorial block was T 8-10 and motor block bromage 3 in all patients. Mean onset of duration was 3.831.38 min, duration of analgesia was 261.38±55.75 min, duration of motor block was 268.83±68.32 min. Peroperative complications were vomiting (n: 2), nausea (n: 2), shivering (n: l), hypotension (n: l), bradycardia (n: 2). Six patients did not require analgesic need during the postoperative period. But 1 gr metimazol (I.M) was used for 10 patients while 20 mg proksikam (l.M) was used for one patient.
Conclusions: Onset of duration is shortened if pH of local anaesthetic is close to 7 in this study; alkalinization is made by mixturing bupivacaine and prilocaine short onset of duration and long duration of (alcalinic) mixture of drugs can be explained by their enhancement of bioavailability. Local anaesthetic mixture in spinal anaesthesia provides rapid onset of action, long duration, reduced toxisity and low postoperative analgesic consumption.

5.Soft Tissue Sarcoma In Adolescents And Young Adults Our ClimcalResults
Mehtap D. Çalış, Yusuf Başer, Öznur Aksakal, Oktay İncekara
Pages 22 - 27
Bu çalışmada kliniğimize başvuran yumuşak doku sarkomlu hastalar metastaz üzerine etkili faktörleri belirleyebilmek için retrospektif olarak değerlendirilmiştir. 1990-2000 yıllan arasında takip edilen 144 hasta mevcuttur. Ortalama yaş 43’tür. Erkek hasta 76. kadın lıasta 68’dir. En sık leiomiyosarkonı (%20, n=29), 2. sıklıkta malign fibröz histiositom (%15,n=2J ), 3.sıklıkla liposarkom (%12,n=17) görülmüştür. 23 hasta (%23) stage I-II, 56 hasta stage III (%39), 55 hasta stage IV (%38) idi. Metastaza etkili faktörler olarak; histopatolojik tip (p=0.0496), gracle (p=0.363)ve yerleşim yeri (p=0.0210) tespit edilmiştir.
In this study, patients that came to our clinic with soft tisse sarcoma have been investigated to determine factors effecting metastasis retrosspectively. 144 patients have been followed up between the years 1990-2000. The average age is 43. 76 of the patients are male and 68 are female. The most often seen fist is leiomyosarcoma (20%,n=29), 2nd is malignant fibrous histiocytoma (15%,n=21), 3rd is liposarcoma (12%), 56 were stage III (39%), and 55 were stage IV (38%). Factors effecting metasis were found as: histopathological type (p=0.0496), grade (p=0.0363) and location (p=0.0210).

6.General observed properties of patients with low grade Astrocytomas
Ahmet Uyanoğlu, Didem Karaçetin, Özlem Maral, Öznur Aksakal, Oktay İncekara
Pages 28 - 30
Amaç: 01.01.1988-08.09.1996 tarihleri arasında kliniğimize müracaat eden low grade astrositoma tanısı almış 65 vakanın değerlendirilmesini amaçladık.
Materyal ve Metod: 65 hasta yaş, cinsiyet, histopatoloji, semptomların görülme sıklığı, tümör lokalizasyonu ve tanı yöntemlerine göre değerlendirilmiştir.
Bulgular: Hastaların 29’ u erkek (%44.6), 36’sı kadındır (%55.6). en genç hasta 6 yaşında en yaşlısı 72 yaşındadır. Low grade astrositomalar en çok çocukluk ve genç erişkin yaş grubunda görülmektedir. Hastaların %75.4’ii supratentorial; %24.6’sı infratentorial yerleşimlidir. Serebellum en sık infratentorial yerleşim yeridir. Hastaların tümüne external radyoterapi primer veya postoperatif olarak uygulanmıştır. Median takip süresi 25 ay; ortalama takip 31.4 aydır. 5 yıllık survi %32.2 bulunmuştur.
Sonuç: Tüm maligniteler içinde %1.5 paya sahip, primer intrakranial neoplazmların yaklaşık %15-20’sitıi teşkil eden low grade astrositomalarda tedavi sonuçları iyimserlik yaratmaktaysa da; halen bu hastalıktan ölen hastaların bulunması daha ileri tedavi yöntemlerinin araştırılmasını gerektirmektedir. Primer tedavisi cerrahidir. Cerrahinin yanında surviyi etkileyen majör faktörler; histolojik grade, performans statüsü, uygulanan radyoterapi tekniği ve dozudur.
Objective: We studied 65 cases with astrocytoma who came t our clinic between 01.01.1988 and 08.09.1996. Study Design: All 65 patients wer evaluated according to age, sex, histology, symptoms, tumor localization, and diagnosis.
Results: Out of 56 patients, 29 were male (44.6%), 36 were female (55.3%). Youngest was 6, oldest was 72 years of age. Low Grade Astrocytomas were seen with younger age group (children/early adult). 75.4% of the patients had tumors supratentorial, 24.6% had infratentorial. Cerebellum is found to be the most common localization for tumors. Alla patients had received external radiotherapy.
Median follw-up period calculated to be 25 months average follow-up 31.4 months and 5 years survival rate were 32.2%.
Conclusion: Primer intracranial neoplazma account for 1.5% of all malignities and low grade constitutes approximately 15-20% of this group. Although our results show a positive outlokk, due to still happening death case, it is advisable to search for new (advanced) methods of treatment. Primer treatment is still surgery, besides operation, hystological grade, performanca status, type of and technique of radiotherahpy, and dosage of radiotherapy plays a major role.

7.Local radiotherapy in low grade astrocytomas summary
Ahmet Uyanoğlu, Özlem Maral, Didem Karaçetin, Öznur Aksakal, Oktay İncekara
Pages 31 - 33
Amaç: 01.01.1988 / 08.09.1996 tarihleri arasında kliniğimize başvuran low grade astrositoma tanısı almış hastaların tedavi sonuçlarının değerlendirilmesini amaçladık.
Materyal Metod: Hasta grubunun özelliği primer veya postoperatif radyoterapi uygulanmış olmasıdır. Niiks veya rezidiv sebebiyle kemoterapi uygulanan hastalar; primer amacımızın radyoterapi etkinliğini incelemek olduğu için çalışma dışı bırakılmıştır, lstatistiki olarak Ki-kare testi ve Mann-Whitney U testi kullanılmıştır.
Bulgular: Hastaların ilk başvuru semptomları içinde baş ağrısı ( %.78.4) birinci sırada, epileptik nöbet (%58.4) ikinci sıradadır. Hastaların %56.7’sinin stage 1 hastalar oluşturmaktadır. Çalışmamıza alınan hastaların tümüne cerrahi bir prosedür uygulanmış ve histopatolojik olarak tanı konulmuştur Hastaların 9’una primer radyoterapi, 56’sına ise postoperatif radyoterapi uygulanmıştır. Grade 1 hastalarda ortalama takip süresi 40 ay, grade II hastalarda 25.6 aydır. Ortalama takip süresi açısından grade 1 ve grade II hastalar arasında istatistiki olarak anlamlı bir farklılık vardır. (U: 311, p>0.05)
Sonuç: Low grade astrositomalar intrakraııyal neoplazmaların yaklaşık %15-20’siniıı teşkil ederler Primer tedavisi cerrahi olup, hastalann % 15-35’i cerrahi rezeksiyona uygundur Daha önceleri paralel karşılıklı lateral iki sahadan yapılan tüm beyin ışınlaması, bugün beyin tomografisi ve magnetik rezonans tekniklerindeki gelişmelerle birlikte yerini lokal ışınlamaya bırakmıştır.
Objective: To evaluake the result of treatement methods of the patient who were treated at our clinic between 01.01.1988 and 08.09.1996 with Low Grade Asrocytomas diagnosis.
Study Design: Patient group were studied in post and preoperation findings with regard to application of radiotherapy. This was left out as our purpose was to evulate the resluts of radiotherapy. Ki-sq test and Mann-Whitney U test were used for statistical calculations.
Results: 78.4% of patients were complaing from headaches when they come to our clinic, 58.4% had epileptical synptoms. 56.7% of the patient were grouped as falling into stage I, All the patient had a operational treatments and all had been diagnosed as hystopathological. 9 patients received primer radiotherapy,56 patients had postoperative radiotherapy, grade 1 pat ie nets, were followed for up to 40 months, grade II for 25.6 months,. Average follow-up of the patients between grade I and grade II show a remarkable difference (p>0.05)
Conclusion: Low Grade Astrocytomas Form the 15-20% of intracrainal neoplasms, primer treatments is considered as “ Operative’’ and our patients had been obsereved to be 15- 35% operative rezeciton. Before, the treatment was made using parallel-oposite ray applications over the whole of the brain but recently, the developments in tomography and MR allows us to use localy concetrated Rays.

8.Our Anaesthesia applies between 1977-1989 years in Neurosurgery clinic
Ayda Başgül, Ayşe Hancı, Leyla Türkoğlu, Dilek Tezal
Page 34
Giriş: 1977-1989 tarihleri arasında beyin cerrahi kliniği hastalarına kliniğimiz tarafından anestezi verilmiştir. Bu dönemde ameliyat olan 2456 hasta günlük pratiğimizde yaptıklarımızın değerlendirilmesi ve bölümün özeleştirisini yapmak amacı ile sunuldu.
Materyal ve Metod: Anestezi kayıtlarından retrospektif olarak; vakaların yaş grupları, cinsiyetleri, operasyon endıkasyonları, seçilen anestezi tekniği, kan ve kolloid infiizyon uygulamaları, intraoperatif mortalite oranı araştırıldı.
Bulgular: 2456 hastanın 173’ü (%7) bir yaş altı, 431’i (%17.5) bir-on üç yaş arası, 1757’si (%71.5) on dört- altmış beş yaş, 95’i (%4) altmış beş yaş üstü idi. Kadın!Erkek oranı 0.52 bulundu. Vakaların 1133’ii (%46.1) acil, 1323’ü (%53.9) elektif koşullarda anestezi almıştı. Vakaların yalnızca %0.51’ inde rejyonel anestezi tekniği kullanılmışken %99.49‘unda genel anestezi seçilmişti. İntraoperatif mortalite 12 vaka ile %0.48 idi.
Sonuç: 1977-1989 yılları arası beyin cerrahisi kliniğinde öpere edilen vakaların yarısına yakınının acil koşullarda operasyona alınmış olduğunu, intraoperatif mortalite oranının %0.48 olduğunu gördük.
Introduction: Between the years 1977-1989, we have performed anesthesia for patients undergoing neurosurgical procedures. The 2456 patients who has been given anesthesia in this period are reviewed to recevalvate daily practises and to do self critics of our department.
Material and Methods: Data including patients’ age, sex, operation conditions, anesthetic techniques, application of blood and colloid infusions and intraoperative mortality ratios were retrospectevely researched from anesthetical records.
Results: 2456 patients were included in this study. 173 of them (7%) wer under 1 year of age, 431 of them (17.5%) wer between 1-13 years of age; 1757 of them (71.5%) were between 14-65 years of age and 95 of them (4%) were over 65 years of age. Ratio between female and male was 0.52. 1133 of the cases (46.1%) were emergency and 1323 of the cases were elective. Regional anesthesia technique was chosen only in 0.51 percent of the cases, while general anesthesia was chosen in 99.49 of them. Intraoperative mortality was (0.48%) with 12 cases.
Conclusions: Almost half of the patients who underwent neurosurgical operations were emergency cases and intraoperative mortality ratio was found to be 0.48%.

9.The Diagnostic Value Of The Transvaginal Ultrasonography, CA-125 And Malignancy Risk Index At The Differential Diagnosis Of The Adnexal Masses
Ahmet Varolan, Atıf Akyol, Tevflk Yoldemir, Asuman Sevük, İnci Davas
Pages 37 - 41
Amaç: Över kanserleri, jinekolojik kanserler arasında en önemli ölüm sebebidir. Bütün kanserlar arasındaysa, kadınlarda ölüm nedeni olarak, meme ve barsak kanserinden sonra üçüncü sıradadır. Pelvik kitle tanısıyla başvuran hastalarda, benign ve malign ayrımının operasyon öncesi yapılabilmesi, hastaların cerrahi girişimin uygulanabileceği merkezlere şevkine olanak sağlayacak, operasyon sırasında evreleme içiıı uygun insizyoıı seçiminde bize yol gösterici olacaktır.
Materyal ve metod: Çalışmamızda, Şişli Etfal Hastanesi 2. Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğine Kasım 1996 ve Kasım 1999 tarihleri arasında adneksal kitle ön tanısıyla yatırılan 83 hasta prospektif olarak gözlendi. Adneksal kitlelerin ayırıcı tanısında vaginal ultrasonogra.fi, CA-125 ve MRl‘nın tanısal etkinliği araştırıldı.
Bulgular: Malign pelvik kitleli hastaların tamamında CA- 125 değerleri yüksek bulundu; %94‘iinde ultrasonografi skoru 9‘un üzerindeydi ve malignansi risk indeksi 200‘itn üzerindeydi.
Sonuç: Uygulanacak yöntem hakkında karar verilmesi sürecinde, CA-125 düzeyleri, ultrasonografi ve malignansi risk indeksi yol gösterici olacaktır. CA-125 düzeylerinin ve ultrasonografinin yalancı pozitifliği daha fazla olduğundan, MRl karar verme konusunda da daha güvenilir bulunmuştur.
Objective: Ovarian cancer is the most important cancer in deaths related to the gynecological cancers. The patients applying with the diagnosis of pelvic mass should be evaluated for differentiation of malignancy; so the choose of referance hospital and even insicion type of operation could be determined easily.
Study Design: In our study 83 patient applying Sisti Etfal Education and Training Hospital, 2nc Gynecology and Obstetrics Clinic with the diagnosis of adnexal mass were examined prospectively between November 1996 and November 1999. The differential diagnosis of the adnexal masses were made on the basis of transvainal ultrasonography, CA-125 and MRI.
Results: All of the malignant masses had high CA-125 levels, with ultrasonographic score greater than 9 and with the malignancy risk index above 200.
Conclusion: At the time of desicionfor the treatment serum CA-125 levels, ultrasonography and the malignancy risk index will be helpfull. Nevertheless the false positive predictivity of CA-125 and ultrasonography must be remembered but MRl has higher confidence.

10.The Clinical Scorring System At The Diagnosis And Treatment Of The Adnexal Tumors
Ahmet Varolan, Atıf Akyol, Tevfik Yoldemir, Asuman Sevük, İnci Davas
Pages 42 - 46
Amaç: Över kanserinden ölüm oram servikal ve endometrial kanserden ölümlerin toplamından daha fazladır. Bu çalışmada, adneksal kitle tanısı konmuş hastalarda bu yeni klinik skor sisteminin tedavi planlarımızdaki etkinliği ve her parametrenin malignité tanısındaki değeri araştırılmıştır.
Materyal ve ınetod: Çalışmaya dahil edilen olgular menses anamnezi, fizik muayene, jinekolojik muayene, abdominal ve vaginal ultrasongrafi ve CA-125 ölçümünden elde edilen ve maligııiteye işaret eden parametrelerle oluşturulan Adneksal Tümör Klinik Skorlama tablomuza göre değerlendirildi.
Bulgular: Total skor 9 ve yukarısının adneksal tümörlerde malignité bakımından seıısitivitesi %100, spesifitesi %98, pozitif prediktif değeri %87 bulunmuştur.
Sonuç: Gelecekte klinik skorlama sisteminden faydalanarak adneksiyal tümörlerin tedavisinde yeni tedavi ve takip planlarının geliştirilmesi mümkün olmaktadır.
Objective: The death rate in ovarian cancer is greater than the sum of servical and endometrial cancer. In this study, adnexal masses were searched for the effectiveness of the new clinical scorring system in treatment plans and prediction of malignancy.
Study Design: The accompanying patients were taken to questioneire about family history and menses anamnesis; physical and gynecological examination, abdominal and vaginal ultrasonography. By the addition of serum CA-125 levels Adnexal Tumor Clinical Scores Calculated.
Results: Scores greater than 9, indicates malignancy with 100% sensitivity, 98% spesifisity, 87% positive predictive value. Conclusion: In the future with the help of the clinical scorring system new treatment and following protocoles can be developed.

11.Small cell lung cancer patients at general characteristics of our clinic
Özlem Maral, Didem Karaçetin, Saliha Peksu, Ahmet Uyanoğlu, Öznur Aksakal, Oktay İncekara
Pages 47 - 50
Amaç: 1989-1997 yılları arasında kliniğimize başvuran küçük hücreli akciğer kanseri tanısı alymış hastaların genel özelliklerinin değerlendirilmesini amaçladık.
Materyal ve Metod: Çalışmamızda 1989-97 yılları arasında Şşli Etfal Hastanesi Radyasyon Onkolojisi Kliniğine müracaat eden ve altı aydan uzun süreli takibi olan, küçük hücreli akciğer kanseri tanısı almış 112 hastanın genel özellikleri retrospektif olarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmamıza alınan 112 hastanın en genci 35 yaşında, en yaşlısı 78 yaşındadır. Yaş ortalaması 55’tir. Hastaların 5’i kadın, I07’si erkektir. Sigara içen hasta sayısı 101, içmeyen ise l’dir. Hastaların doktora müracaatlarında en sık semptom öksürük bulunmuştur. Evrelere göre dağılımda; 39 hasta sınırlı hastalık, 73 hasta yaygın hastalık evresindedir. Tanı yöntemlerinden en sık kullanılan balgam sitolojisidir. 76 hastada Karnofsky Performans Statüsü 70 ve üzerindedir. En sık görülen metastaz yeri beyin olarak tespit edilmiştir. 99 hastada primer tümör yerleşim yeri santraldir. Tedavide tek başına kemoterapi veya kemoterapi ve radyoterapi kombine olarak kullanılmıştır.
Sonuç: Santral yerleşimli primer akciğer kanserlerinden olan küçük hücreli akciğer kanseri, epirdermoid karsinom histolojisinden sonra en sık görülen ikinci histolojik tiptir. Uygulanan tüm tedavi modalitelerine rağmen; mediaıı survinin 12 ay civarında olması prognozu kötü hastalıklardan olduğunu göstermektedir.
Objective: We aimed to evaluate general characteristics of the patients who wer treated at our clinic between the years of 1989-1997. Study Design: In our study between the years of 1989-1997, 112 patients with small cell lung cancer who were followed for at least 6 months were evaluated retrospectively.
Results: The youngest patient was 35 years old and the oldest one was 78 years old. The median age was 55. 107 patients were male, 5 patients wer female. 101 patients were used to smoke. The major symptom was cough. 76 patients had higher than %70 performance status according to Karnofsky Performance Status. According to stages;39 patients had limited disease, 73 patients had disseminated disease. The most common distant mekastases was obseiwed at brain. The most common tumor location was santral region. Chemoteraphy and radiotheraphy was used in treatment of small cell lung cancer.
Conclusion. Small cell lung cancer is the second most common histologic type after epidermoid carcinoma of lungs. Although all treatment methods, it has poor prognosis. Median survival is approximately one year.

12.Results of treatment of small cell lung cancers at our clinic
Özlem Maral, Didem Karaçetin, Saliha Peksu, Ahmet Uyanoğlu, Öznur Aksakal, Oktay İncekara
Pages 51 - 53
Amaç: 1989-1997 yılları arasında klinğimize müracaat eden küçük hücreli akciğer kanseri tanısı almış hastaların takibi ve tedavi sonuçlarının değerlendirilmesini amaçladık.
Materyal ve Metod: Çalışmanızda 1989-1997 yıllan arasında Şişli Etfal Hastanesi Radyasyon Onkolojisi Kliniğine müracaat eden ve altı aydan uzun süreli takibi olan küçük hücreli akciğer kanserli 112 hasta retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Hastaların evrelerine göre uygulanan tedavi modalitelerinin sonuçlan karşılaştınlmıştır. Kullanılan istatistiki yöntem, Ki-kare metotudur.
Bulgular: Hastalann 107 (%95.5)’si erkek, 5(%4.5’i kadındır. Primer tümör yerleşimi 58 hastada sağ akciğer, 54 hastada sol akciğerdedir. 62 hastada metastaz gözlenmiş olup; 9 hastada (%14.5) mutipl organ metestazı tespit edilmiştir. En sık metastaz saptanan organ beyindir. Hastaların tedavi seçiminde sınırlı hastalık evresine sahip olanların %64.2’sinde (25 hasta); yaygın hastalık evresindekilerin ise %42.4’ünde (31 hasta) kemoterapi ve radyoterapi kombine kullanılmıştır. Hastalann 56’sına radyoterapi+kenıoterapi uygulanmış olup hastalıksız sağkalım 7.4 ay; genel sağkalım ise 13.8 aydır. Sadece kemoterapi yapılan 56 hastada ise sağkalım 6.1 ay, genel sağkalım ise 9.8 aydır. Bu iki tedavi grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmuştur (p: 0.005). sınırlı hastalıkta complete cevap oranı %63.5, yaygın hastalıkta %22.17dir.
Sonuç: Küçük hücreli akciğer kanseri tedavisinde multiajan sistemik kemoterapi+lokal radyoterapi kombinasyonu ile hastalıksız yaşam oranı artmaktadır.
Objective: Our purpose was to evaluate the results of our treatments of patients with small cell lung cancer between the years 1989-1997.
Study Design: We studied retrospectively 112 patients who were treated at our clinic between 1989-1997 with small cell lung cancer. All the patients were followed-up for more than 6 months and results of treatment methods were compared in relation to their corresponding stages. Ki-square statistical method was utilized in this study.
Results: 107 patients were male and 5 patients were female. Primary tumoric cells were found to be with 58 patients in right lung and with 54 patients in the left lung. 62 patients had métastasés, 9 patients had multiple organs métastasés and the most common métastasés were observed to be in brain. Chemotherapy and radiotherapy was used with 25 patients (64.2%9 with limited-spread of carcinoma, and with 31 patients (42.4%) in advanced-spread of disease. 56 patients after chemo-radiotherapy had 7.4 months of survival rate without disease, general survival rate was calculated to be 13.8 months. The other 56 patients who had only chemotherapy, survived for 6.1 months; and with these patients general survival rate was 9.8 months. Between these 2 methods statistical comparison calculated to be (p: 0.005). patients shown limited -spread responded with 63.5%, advanced-spread was 22.1%.
Conclusion: With small cell lung cancer, application of multiagent systemic chemotherapy, Chemotherapy¦‘cLocal radiotherapy found to be increasing survival rates.

13.Retrospective evaluation of supraglottic larynx carcinoma in our clinic
Saliha Peksu, Didem Karaçetin, Özlem Maral, Alpaslan Mayadağlı, Oktay İncekara
Pages 54 - 56
Amaç: 1989-1996 tarihleri arasında ŞEH Radyasyon Onkolojisi kliniğinde tedavi ve takipleri yapılan Supraglottik larenks kanserli olguların retrospektif değerlendirilmesi amaçlandı.
Materyal-Metod: Boyun disseksiyonu ile birlikte olan veya olmayan total veya parsiyel larenjektomi sonrası başvuran ve postoperatif radyoterapi uygulanan supraglottik larenks kanserli 97 hasta cinsiyet, yaş grubu dağılımları, uygulanan cerrahi yöntem, histopatolojik tip, differansiasyon derecelen ve evreleri göz önüne alınarak incelendi.
Bulgular: Hastalann 94’ü erkek, 3’ü kadındı. Olguların %76.2’sine total larenjektomi, %23.7’sine parsiyel larenjektomi uygulanmıştır, %46.3’üne ipsilateral, %45.37iine ise bilateral boyun disseksiyonu uygulanmıştır. Differansiasyon derecesi saptanmış 47 olgunun 8’i iyi differansiye, 28’i orta derecede differansiye, 11’i kötü differans‘ıye idi. Olguların %2’si evre 1, %7.3’ü evre 2, %42,3’ü evre 3, %48.5’i evre 4’tür. Sigara anamnezi %85 olguda saptanmıştır.
Sonuç: Tüm kanser vakalarının %2’sini oluşturan, baş- boyun kanserleri içinde en sık rastlanan lokalizasyon olan larenks kanserlerinin etyolojisinde sigara ve alkol kullanımı önemli bir rol oynamaktadır. Hastalık sıklıkla sigara ve alkol kullanan orta yaş ve yaşlı erkeklerde görülmektedir.
Objective: Our aim was to evaluate the retrospective of the cases of Supraglottic Larynx Carcinoma at our clinic.
Material-Method: 97 patients were evaluated during our study who were treated and followed up between the years 1989-1997. The cases were studied according to sex, age group, operations they have received, histological type, differentiation degree and stages they were in.
Results: 94 patients were male, 3 were female, 76.2% had total larengectomi, 23.7% had partial larengectomi. 46.3% Ipsilateral, 45.3 had bilateral dissection. Only 47 patients had differentiation determined and from these, 8 case were well differentiated, 28 case were average differentiated, 11 were badly differentiated. According to stages: 2% were 1 stage, 7.3% cases were of stage 2, 42.3% were stage 3, 48.5% were stage 4. Smoking and drinking were observed positive with 85% of the cases.
Conclusion: Head/Neck carcinoma accounts for 2% of all cancer cases in the world and larynx carcinoma is the most common among them. It is also known that Larynx Carcinoma is close correlation with smoking anrd drinking. This type of carcinoma is often seen with male patients of middle or old age who smokes and drinks.

CASE REPORT
14.Case report: Sneddon syndrome
Gamze Bayülkem, Burhanettin Uludağ, Önder Akyürekli
Pages 57 - 59
Sneddon sendromu, beyni ve deriyi tutan nadir bir tıkayıcıyı arteriyel hastalıktır, ilk kez 1965 yılında İngiliz dermatolog Sneddon tarafından tanımlanmıştır.
Olgu: 40 yaşındaki erkek hasta, sağ kol ve bacağında uyuşukluluk ve tutuk konuşma yakınması ile gelmişti. Fizik bakısında her iki alt ekstremitede ve gluteal bölgelerde livedo retikülarisler göze çarpıyordu. Kraniyal MR’ında sol internal kapsül arka bacağında ve sağ talamusda kronik ve sağfrontal horn komşuluğunda subakut infarktla uyumlu görünüm saptandı. Bu sunumda amacımız; Sneddon sendromunun nadir rastlanılan bir sendrom olmasının yanısıra, genç olgularda livedo retikülarisle birlikte giden inme nedenleri araştırılırken göz ardı edilmemesi gereken tanılardan biri olmasıdır.
Sneddon syndrome is characterized by ischemic serebrovascular disease and livedoreticularis. This syndrome was described by Sneddon in 1965
Case: 40 years old man was admitted at the hospital with complaints numbness of his right arm and leg and slurred speech. His clinical examination was revealed livedoreticularis both lowers extremities and gluteal reginos. Neuroimaging evaluation was appeared chronic lacuner infarct on left capsula interna posterior leg and right talamus and subacute infarct near frontal horn. In our study, we amied to review clinical laboratory characteristics of Sneddon syndrome which is a seldom disease due to a case.

LookUs & Online Makale